Aldığın Değil, Verdiğin Senindir

0
135

Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Bugün sizlerle bir hikaye okuyalım ne dersiniz? Sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Yase

& & & & &

Ayakkabısını çıkardı. Boyacının terliklerini giydi. Ahşap sandalyeye yan oturdu. Sol koluyla arkalığa yaslandı. Sokağı seyre daldı. Üzerinde hiçbir gözün olmadığını bilen insanların serbestliği içinde gelip geçenleri izlemeye koyuldu. Benim yanı başında onu gözetlediğimden haberi yoktu.

Ayakkabıcı işine başladı. Kurumuş çamurları, çimento kalıntılarını yamulmuş çay kaşığıyla bir heykeltıraş gibi sıyırdı. Pos bıyıklı fırçayla tozunu aldı. Fazlalıkları atıp ayakkabıya ulaşınca murdar bir sünger parçası ile boyayı yedire yedire sürdü kurumuş, kartonlaşmış deriye. Bakımsızlıktan çatır çatır çatlamış ayakkabı, cildine krem sürüldüğünde damar damar gençleştiğini anlayan bir ihtiyar gibi hissetti kendini. Boyayı içine çekti, doydu, her karnı doyan varlık gibi gevşedi, gerginliğini attı, yumuşadı. Adam nemini uçuran ayakkabıya son bakım işlemini yaptı, cilasını vurdu.

-Hiç yeni ayakkabını boyayamayacak mıyız Hamit Usta? Gülümsedi. Dudakları yanaklarına doğru mülayimce yayılmakla yetindi. İleri gitmedi.

-Ayakkabı dediğin nedir ki yenisi de eskisi de bir.

-O sana göre öyle. Olan benim boyaya oluyor.

-Nasıl yani?

-Eski deri, süngerden farksızdır, boyaya doymaz, ha babam yer, yer de yer. Senin ayakkabılara vuracağım boyayla sekiz on ayakkabı boyarım.

Haraplık konusunda ayakkabı sahibinin, ayakkabıdan farkı yoktu. Sert işlerde çalıştığı belliydi. Elleri kalındı, kemikliydi, pençe gibiydi. Tırnakları, yeni alındığında bembeyaz olan, sonra sonra ister istemez sararan beyaz eşya plastiği gibi sararmıştı, kat kat olmuş kalınlaşmıştı. Elinin ve kollarının derisi, ayakkabısının meşini gibi can suyunu uçurmuş, kurumuş, kalınlaşmıştı. Yer yer yara bere izleri de vardı.

Ben bulduğum bu tasvir malzemesine dalmışken pideci siparişlerimin hazır olduğunu söyledi. Parasını ödeyip paketi aldım. Bir gözüm arkada eve yöneldim.

Akşam, aşağı mahalleden birinin evine çay içmeye gidecektik. Anacağızım yemekten sonra çıkacağımız duyunca; -Oğlum biraz da bizde dur istersen! Biliyorsun senin evin burası! Ağabeyler, ağabeyler… Başka bir şey bilmez oldun.

-Şimdi onlara değil anne, bir amcanın evine sohbete gidiyoruz. Gidiyoruzun izini sürüp babamın da benimle geldiğini öğrenirse bana demediğini bırakmazdı. Lafı başka yöne çevireyim dedim.

– Anne kafeye, bara takılsam daha mı iyiydi? Bu her zaman işe yarar.

İçeride, salonda, her bir çift göz, yöneldiği hemcinsini incitmemecesine birbirine bakıyor. Yürekler iman kardeşliği ateşini alevliyor. Ortada kurulmuş, emayesi yer yer dökülmüş kömür sobası yanmıyor, demek koca salonu günün yorgunluğunu hiçe sayan bu sıcak yürekler ısıtıyor. Babamla birlikte oturuyoruz.

Şakir abi derse başladı bile.

“Bismillahirrahmanirahim.

Hazret-i Yunus’un Allah’a yakarışı ne yüce bir yakarıştır öyle. Yunus peygamberin meşhur macerası özetle şöyledir. Bindiği gemiden denize atılmış, koca bir balık onu yutuvermiş.

Fırtınalı mı fırtınalı bir denizde, karanlık mı karanlık bir gecenin ortasında her taraftan ümit kesik. Sesini, yalvarışını, yakarışını her bir şeyi eksiksiz duyan o zattan başkasının duyması mümkün değil, O Allah ki gizli açık her sesi eksiksiz duyar.”

Evin oğlu çalan zile koştu. Kapının buzlu camının arkasında girenin silüeti belirdi. Ayakkabısını çıkardığı belliydi. Şimdi de ceketini verdi çocuğa. Kapının buzlu camı, uydu bağlantısında problem çıktığında kesik kesik karelenen ekranlar gibiydi. Salon kapısı aralanıp açıldı. O da ne! İçeriye, kahvede ayakkabısını boyatan adam süzüldü, girdi. Utangaç utangaç yürüyüp kanepelerden birine ilişti. Konuşanı dinlemeye başladı.

Salonu dolduranlar pür dikkatti. Sohbeti dinleyen bu yaşlı başlı adamlar ilkokul öğretmenin önünde ilk okuma derslerini sökmeye çalışan kırk elli yaşlarındaki adamları andırıyorlardı. Anlatanın bilgisine, görgüsüne güveniyorlardı. Bu gencin kendilerini iman merdiveninde birkaç basamak yukarı çıkaracaklarına itimatları tamdı.

Kahvedeki adam başını önüne eğmiş, anlatılanları kafasıyla tasdik ediyordu.

Sohbet bitti. Kitap kapandı. Şakir abi son sözü olarak üniversite okuyan fakir öğrenciler için yardım toplanacağını bildirdi. Mahallede bir öğrenci evi daha açılacaktı. Bu ev için eşyaya ihtiyaç vardı. Herkes gönlünden ne koparsa veriyordu.

Cam kenarındaki ikili koltukta oturan sakallı, takkeli amca evdeki eski elbise dolabını verebileceğini, ama birilerinin bunu evden alması gerektiğini, kendisinin getiremeyeceğini söyledi. Onun yanındaki zayıf, sarı bıyıklı olan, evden bir halının eksilmesinin çok önemli olmayacağını, kendisininde bunu verebileceğini belirtti. Daha bunun gibi birçok eşya verildi, himmet edildi.

Bunları başı önünde dinleyen kahvedeki adam yerinden kalktı. Şakir abiye doğru gitti. Sehpanın önünde çömeldi. Fısıltı ile bir şeyler söyledi. Sözlerini başkasına duyurmamak için uğraşıyor gibi alçak sesle konuşuyordu. Söyledikleri gizli olmasa, bunları herkesin duymasını istese herkesin içinde sesli söylerdi herhalde.

Şakir Abinin gözleri, kulaklarının işittikleri karşısında yuvalarından fırladı. Kaşları hayret makamında kalktı. Dudakları şaşırma kalıbına girdi. Sonra başı ret anlamında iki yana gelip gitti. Adamın söylediklerini kabul etmiyordu. Adam rica eder şekilde başını yana eğiyor, işi söylediği şekilde kapatmak istiyordu. Sonunda Şakir Abi, bunu birilerine sormadan evetleyemem, der gibi bir tavır takındı. Ayrıldılar.

Allah var, adamın söylediklerini merak etmiştim. Sanıyorum oradaki herkeste merak etmişti. Çıkışta yanaşıp sordum meseleyi. Şakir Abi bunu söyleyemeyeceğini, kimseye açmayacağına söz verdiğini belirtti. Üstelemenin anlamı yoktu. Vazgeçtim.

Bahsi geçen öğrenci evi bir hafta kadar sonra mahallemizde açıldı. Söylenene göre, yeni yapılmış bir apartmanın üçüncü katıymış. Gösterişliymiş. Hem ev sahibi bu ev karşılığında içindekilerden kira da almıyormuş. Adam zenginmiş diyeceksiniz. Yok be ya hu! Zengin mengin değilmiş. Bir devlet kurumunda inşaat işçisiymiş. Emekli ikramiyesi ile aldığı bu evi hayrına bağışlamış. Bağışlarken bir rica da bulunmuş:

– Aman ha aman, bu evi benim verdiğimi kimse duymasın! Riya olmasın!

Günün Şiiri

Sanatçı

Yaz sıcakları da geçer kış fırtınaları da

Geçer şenlikleriniz matemleriniz geçer

Ve ben bastırmak için yüreğimdeki özlemi

Bilinmedik bir türkünün doğmasını beklerim.

Geçer şenlikleriniz matemleriniz geçer

Kapmak ve dondurmak ve belirlemek için.

Umudumun katına ucu ucuna seçilen

İnce bir iplik gibi uzanıyor şimdi.

Deniz mi uğulduyor? Dallarda şarkı söyleyen

Bir su perisi mi var yoksa zaman mı durdu birden?

Ya mayıstır aylardan, ve elma ağaçlarının çiçeğini

Örten kar dökülüyor? Ya da gizlice bir melek geçti?

Sabırlı akışında saat ebediyeti taşır şimdi.

Durmadan genişler aydınlık, sesler ve hareketler.

Coşkuyla dolu geçmiş, geleceği seyreder…

Şimdiki zaman ve tüm acımsayışlar çoktan uçup gitti.

Ve, yeni ruhla bilinmedik güçlerin

Kendi kendilerini yarattığı son uçta

Melûn bir gökgürültüsüdür kaplar tüm varlığımı:

Yaratıcı düşünceyi zorlayıp devirmekteyim.

Soğuk bir kafese kapatır bu doğan küçük kuşu

Çeker giderim işte, bu kuş hürriyet kuşu,

Ölümü bizden uzaklaştırmak isteyen ve sadece

Ruhu kurtarmak özlemiyle durmadan uçan kuş bu.

Ve işte kafes: Tunçtan, ağır mı ağır;

Altın kafes duygusunu uyandırır akşam güneşinde.

Ve benim güzel kuşum keyfi geldiğinde,

Bir oraya bir buraya, türkü tutturur.

Kuşumun kanadı kesik, türküleri nakarat…

Ama pencerenin altında kalakalırsınız işte böyle.

Sevdiniz değil mi türkülerini? Bense yorgun bitik,

Yeni bir kuş bekliyorum… yeni bir sıkıntının içinde.

Aleksandr BLOK-Çeviri: Attila TOKATLI

Durgun Yıllarda Gelmiş Olanlar Dünyaya

Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya

Anımsamazlar geçtikleri yolları;

Biz, Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları –

Gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya.

Yakıp kavuran, kül eden yıllar!

Çılgınlığın mı, umudun mu kökü gizli sizde?

Savaş günlerinden, özgürlük günlerinden

Kanlı bir parıltı kaldı yüzlerde.

Uğultusu tehlike çanlarının

Dilsiz olmaya zorladı bizi.

Uğursuz bir boşluk kapladı

Bir zaman coşkuyla dolu yüreklerimizi…

Varsın, üstünde ölüm döşeğimizin

Uçuşsun bir karga sürüsü, bağırışlarla –

Tanrım, seyretsinler âlemini senin

Kimler daha lâyıksa!

Aleksandr BLOK-Çeviren: Ataol BEHRAMOĞLU

 

Günün Sözü

Olgun insan yapabileceğini söyleyen ve söylediğini yapan insandır.

Konfüçyüs
Gerçek arkadaş sağlık gibidir. Değeri ancak o yok olunca anlaşılır.

Cervantes

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here