Kıssa’dan Hisse

1
70

Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız bu sabah? Bu sabah bir kıssa var dağarcığımızda… Sağlıkla kalın sevgili okuyucularım… Yase

Dervişin Sahibi

Vaktiyle bir derviş berbere gider. Berberden saçını dibinden kazımasını, sakal ve bıyığını kısaltmasını ister. Tereddütsüz bir şekilde berber koltuğuna oturan derviş: “Vur usturayı berber efendi!” der.

Berber, dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş de aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak: “Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!” diye kükrer.

Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Ses çıkarmaz, biraz çaresiz, biraz mütevekkil usulca kalkar yerinden. Berber, bu gariban müşterisine karşı mahcup olmakla beraber kabadayının pervasızlığından da korkmuştur. Ses çıkaramaz.

Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı, tıraş esnasında da boş durmaz; sürekli aşağılar dervişi, alay eder: “Kabak aşağı, kabak yukarı!..”

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası, yokuştan aşağı hızla kabadayının üzerine doğru gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına batıverir. Kaşla göz arasında babayiğit kabadayı oracığa yığılır kalır, ölmüştür. Herkes bir anda olup biten bu olayın hayret ve şaşkınlığı içindedir. Berber de şok olmuştur; bir manzaraya, bir dervişe bakar ve dervişin beddua ettiğini düşünerek gayr-i ihtiyarî sorar: “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir: “Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, kabağın bir de sahibi var. O gücenmiş olmalı!”

Şubat Güneşi

Tanrı Misafiri

Ahmet onu dinlemedi bile. Eşofmanının yakasını açıp çabucak bezi koltuk altlarına koydu. “Ahmetçim ne olur beni bağışla istemeden sert çıktı sesim özür dilerim.” Gözleri dolmuştu ağlamak üzereydi. “Sana gerçekten dert oluyorum” diye inledi. “Olursun tabi böyle konuşursan. Ne oldu, ağlıyor musun? Kıyamam sana ağlama ne olur.”  Eğilip şefkatle kızı gül gibi kızarmış yanaklarından öptü. “Senin her tarafın dert olsa ne yazar minnacığım?”

Zeynep şimdi usul, usul ağlıyordu. “Zeynep ne olur ağlama, bak ateşin düşmez sonra” diye Ahmet kıza yalvarmaya başlamıştı bir yandan da havlularını değiştiriyordu.

 Kız bu dokunuşlardan üşüyüp ürperiyordu. Bir yandan da derin, derin iç geçiriyordu. Ahmet endişe etmek üzereydi. Kızın ateşini düşüremezse ne yapacağını bilemiyordu üstelik yağmur yağmaya devam ediyordu. Kızı hastaneye götürmesi gerekirse ne yapacaktı? Abisini arasa evet iyi fikir “abimi çağırayım belki gelebilir” dedi kendi kendine. Bu arada kızın alnına koyduğu ılık bezi  kaldırdı bez ateş gibiydi. Başkasını koydu. Sonra koltuk altındaki bezleri de değiştirdi. Bütün bunları yaparken kızdan hiç ses seda çıkmıyordu. Yeniden kendinden geçmiş uyuyordu. İşini bitirip  telefona koştu, karanlıkta önüne geleni devirerek. Adres defterini bir elinde mum olduğu halde çabuk, çabuk karıştırmaya başladı. Mum sayfalarının üzerine damlıyordu. Sonunda abisinin telefon numarasını buldu. Hemen ahizeyi kaldırıp numarayı çevirdi. Uzun, uzun çaldıktan sonra uykulu bir ses yanıt verdi; “Efendim”.

“Abi ben Ahmet. Uyandırdım galiba.” “Bu saate hayırdır ne oldu?” “Abi evde bir tanrı misafiri var, ateşi çok yüksek alnına nemli bez koymaktan başka bir şey yapamıyorum. Gelebilir misin?” “Dur oğlum ya, tane, tane anlat  uykum açılsın, ne diyorsun tanrı misafiri mi?” “Evet abi anlatırım sonra adı Zeynep yağmurda çok ıslanmıştı bize getirdim şimdi ateşi çok yüksek bir şey yapamıyorum.” Doğru mu duydum şimdi bizim evde mi?  Zeynep.” “Evet abi” “Ve ateşi yüksek diyorsun” “Evet, gelebilir misin hala yağmur yağıyor, elektrik yok burada sizde var mı?” “Hayır, bizde de yok” Dur bir bakayım gelebilir miyim?” Pencereye uzanıp perdeyi çekti. Aman Allah’ım bu ne ya sokak zifiri karanlık. “Ahmet bana kızın durumunu anlatır mısın ateşini ölçtün mü?” “Abi derece koymadım ama kız yanıyor! Ilık bez koydum alnına koltuk altına falan ama yeter mi bilmiyorum.” “Kızın genel durumu nasıl, konuşuyor mu uyuyor mu?” “Yarım saat önce kustu, burnundan kan geldi ama yinede iyiydi, konuşuyorduk sonra uykuya daldı şimdi sayıklıyor ve çok huzursuz.”

“Ahmet, gelmeye çalışacağım ben gelene dek sen kızı rahatlatmaya çalış. Ilık bezleri sık, sık değiştir. Ve su içirmeye çalış. Hastaneyi de arayım ne olur ne olmaz diye.” “Teşekkür ederim.”

Zeynep bu arada, sık, sık soluk alıp vererek üzerinden battaniyeleri atmış sere serpe yatıyordu alnındaki bezde düşmüştü. Ahmet battaniyeleri yerden alıp kızı örttü sonra alnından öperek ateşini yeniden yokladı. Annesi küçükken onların ateşini de böyle yoklardı dudakları ile. “En doğru derece bu” derdi. Ateşi yüksekti en az 39 diye düşündü. Bezleri yeniden değiştirip kıza su içirmeye çalıştı. Kız suyu kana, kana içti. Sonra yine derin huzursuz bir uykuya daldı.

“Yardımcım kaç kez onu yolda düşerken görmüş biliyor musun?” diyordu doktor karşısında sessizce oturmuş endişesi gözlerinden okunan kıza “Dizleri boşalıyor Zeynep bu ciddi bir şey.”  Zeynep kötü bir önsezi ile “ne yani ölecek mi demek istiyorsunuz?” Demişti. Hala bunu neden söylediğini bilemiyordu. “Sen söyledin ben  söylemedim.” Zeynep oracıkta kalbi duracak sanmıştı. İki büklüm olmuştu duyduklarından. “Sen söyledin” “Ben söyledim evet ne yani doğru mu söylediğim?” “Keşke değil diyebilseydim.” “Çıldırmakla çıldırmamak arasındaki ki ince çizgi bu olmalı” diye çabuk,  çabuk düşünmüştü Zeynep. “Sağlam durmalıyım yoksa düşeceğim”.

“Saçma” diye bağırmıştı. “Genç sportmen bir insan azıcık halsizleşti, birkaç defa yolda düştü diye ölemez siz abartıyorsunuz.”“Tabii ki bu nedenlerden ölmez Zeynepçim ama bunlar ön ve önemli bulgular. Birkaç tahlil istedim onları yaptırtacak Can sonra bakacağız.” “Ona söylediniz mi?” “Hayır. Sana da ben söylemedim zaten! Zeynep lütfen kendini bırakma sen güçlü bir kızsın.” “Neden güçlü olmak zorundaymışım ya? Yoksa taş mıyım, toprak mıyım, demirden miyim ben?” “Hayır, canım sen demirden değilsin, ipek gibisin ve ipek gibi güçlü olmalısın ki onu yardım edebilmelisin, sen güçlü olmazsan Can ne yapsın, sana ihtiyacı var bunu biliyorsun zaten.”

 Azcık sakinleşen Zeynep “Hadi ya ama ne ipek?” diye söylendi gözleri yerde yeri delmek istercesine bakıyordu.

“Biz ne konuşuyoruz ya, daha dün hastalandı bugün doktora gitti. Şimdi ölüyor mu? Ne konuşuyoruz biz Allah aşkına ne konuşuyoruz hep birlikte delirdik herhalde” diyerek birden kalkmış kendini merdivenlere atmıştı. Basamakları adeta yuvarlanarak inmiş kendini dışarıda bulmuştu. Duyduklarını anlaması gerekiyordu! Düşünmesi lazımdı daha  bir iki demeden “öl” var mı böyle bir şey? Delirmek bu mu böyle mi insanlar  kafayı yiyip sokağa dökülüyor? Önünü görmeden deniz kenarına inip kayaların üzerine oturmuş ayaklarını denize doğru uzatmıştı. Önünde saten çarşaf gibi uzanan denize bakıyordu, uzaktan gemiler geçiyordu,  balıkçı tekneleri birkaç kuş neşeyle cıvıldaşarak uçuyordu. “ben söylemedim sen söyledin?” Diyordu doktor bu sözler kulağında çınlıyordu. “Sen söyledin” Peki, ben niçin söyledim? Birisi mi söyletti bana kim bu birisi? Başını ellerinin arasına almış sıkıyordu.

“Hayır, olamaz, buna izin vermeyeceğim,  zaten bir şeyi de yok, abartıyor doktor şaka yapıyor. İyi olacak hatta eskisinden çok. İyi olacak Can.”

Daha bir hafta önce birlikte taş sektirmişlerdi tamda şimdi oturduğu yerde. Geleceğe dair düşler kurmuşlardı. Can işe yeni girmişti büyük bir firmanın reklam departmanında çalışıyordu. İşini seviyordu birde Zeynep’i. Onu ilk gördüğü an sevmişti. Eğilmiş botlarını bağlıyordu güneş iki örgü yaptığı saçlarının arasında ipileşiyordu. Üzerinde okul giysileri vardı. Çantasını yere bırakmıştı. Aninden doğrulduğunda “Can’ı” görmüştü göz göze gelmişlerdi.

Kız utanmış başını öne eğmişti. Çantasını yerden alırken kitapları yerlere saçılmıştı. Can öylece durmuş kitaplarını toplamasını izlemişti. Hiç yaklaşmadan yardım etmeden sadece seyretmişti.

Şimdi ölüyor mu? Arkası Yarın

Günün Şiiri

MERDİVEN

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Ahmet HAŞİM

Günün Sözü

Hayat herkes için acı, çünkü benim boş yere dilediklerime sahip olmuş nice insanlar gördüm, onlar da mesut değil.

Honore de BALZAC

Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir.

Honore de BALZAC

1 YORUM

  1. Dervişin hikayesi ve Merdiven şiirini Face sayfama taşıdım (daha önce aldığım izinle).İnsanlara şiir zevkini vermek lazım. Siz bunu çok güzel yapıyorsunuz. Ayrıca Dervişin Hikayesi de çok güzeldi.Esen kalın… Öner Çetinkaya

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here