Kendi Hayatımızı Kendimiz mi Yazıyoruz?

0
87

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Kendi hikayemizi kendimiz yazıyoruz gibi görünüyorsak ta aslında bizim yazdığımız bir şey yok, her şey olması gerektiği gibi oluyor, bizde bize biçilen rollere uygun olarak yaşayıp gidiyoruz, kendimizinmiş gibi sanarak. Haksızlık yapıyorum herhalde bu kadar da değil yani diye düşünüyorum bazen ancak  geçmişten günümüze dek düşününce yaşadığımız günleri, ayları, yılları, hangisini biz düşündük, hangisini tasarladık ve bulduk ki? Tabi ki istisnalar vardır. Ve olacaktır. Ancak hayat işte bu; seni istediğin gibi değil onun istediği gibi yaşatır, beğensen de beğenmesen de.

Düşünüyorum ve yine sabırsızım yazmak için bile. Ve zamanı hiç bitmeyecek şeymiş gibi savurarak kullananlara acayip hayretim. Aslında kızgınım, aslında suratımı astırıyorlar, aslında, onlara yazıklanıyorum. Ve hayatın bize yaptırdıkları bu diye düşünmeye gelince de duruyorum!!! Zamanı savruk kullanmakta, belki savruk kullanmaya tasarlanmamış? Yani hepimiz  bize verilen role göre yaşıyorsak bu da bir rol. Ve bu oyun için geçerli. Herkes rolünü en iyi şekilde yapmalı ki oyun bozulmasın. Neden onlara kızıyorum ki? Neden kendimi hikâyeler yazabildiğim için seviyorum ki. Aslında kimsenin bir şey yaptığı yoksa, her şey yaptırılıyorsa?

Ve bazen böyle düşünerek uyanmanızı sağlıyor rol dağıtıcı, sorgulamanızı istiyor! Neden, niçin diye sormamızı da istiyor kendimizce yanıt vermemizi de!! Doğru, yanlış ama sonunda yine kendi istediği  biçimde?

Zamanlardan birinde her şeyi bildiği söylenen bir bilge varmış. Ne sorulursa hemen yanıtını verirmiş. Onu çekemeyen biri demiş ki; ona öyle bir soru soracağım ki kesinlikle bilmeyecek.

Ne soracaksın demişler, “Elimde bir kelebek var. Ölü mü diri mi diye soracağım” demiş. “Ölü derse  bırakacağım uçsun, diri derse avucumda sıkıp öldüreceğim.” Bilgeye sormuş elimdeki kelebek ölü mü diri mi diye.  Bilgenin yanıtı “O senin elinde” olmuş.

Bilgeye sorulamayacak kadar basit bir soru yanıtta öyle gibi görünse de gerçeğin ta kendisi değil mi? Hepimiz bir avuçtayız ve o avucun keyfine göre yaşıyoruz, sahip, sıkarsa ölürüz gevşek tutarsa soluklanırız serbest bırakınca da kanatlanır ruhumuz. Yoruma gerek var mı? Ve sevgili okuyucularım bazen böyle uyanırız sabaha yalnızca sorgulamak için. Ve şimdilik sağlık, sevgi, birlik ve beraberlikle kalalım. Yase

& & & & &

“Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.

Nöbetçi: “Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü. İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.”

Toprak Ana: “Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar.”

Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Anaya: “Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.”

İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış. Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine: “Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim” demiş. Sonra o da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş. Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya: “Ben sonbaharım demiş. Yalnızlığı, sessizliği çok severim” demiş. Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da: “Benim adım kış, benim adım kış” diye bağırıyormuş.

Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış: “Beni dinleyin, demiş. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.”

Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar”

& & & & &

İyilik ve Vefa

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar: “Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler.” Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü “görmedim” der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar. “Çok teşekkür ederim” der kurt, “Bana büyük bir iyilik yaptın” “Önemli değil” der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye baslar. “Bir dakika” diye seslenir kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok.” Köylü şaşırır: “Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.” “Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur” der kurt. “Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım.” Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler. Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. ” Ne vefası ” der kısrak, ” Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya kovdu… ”

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. “Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim” der köpek, ” Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur…” Kurt köylüye döner, “İşte gördün” der. Köylü de son bir çabayla “Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye” diye cevap verir. Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, artışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir. ” Her şeyi anladım da” der tilki “Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?” Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar: “Gözümle görmeden inanmam…” İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve “Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık” diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner “Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın” der. Tilki de “Benim için bir zevkti” diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter: “Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş…”

Günün Şiiri

Küçük İstavritin Öyküsü

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp

hızla atıldı çapariye

önce müthiş bir acı duydu dudağında

gümbür gümbür oldu yüreği

sonra hızla çekildi yukarıya…

 

Aslında hep merak etmişti

denizlerin üstünü

neye benzerdi acep gökyüzü.

Bir yanda büyük bir merak

bir yanda ölüm korkusu.

 

“Dudağı yarıklar ” denir,

şanslıdır onlar, hani

görüp de gökyüzünü , insanı

oltadan son anda kurtulanlar.

 

Ne çare balıkçının parmakları

hoyratça kavradı onu

küçük istavrit anladı yolun sonu.

Koca denizlere sığmazdı yüreği.

Oysa, şimdi yüzerken

küçücük yeşil leğende,

ansız uzanıvermiş dostlarına

değiyordu minik yüzgeci.

 

İnsanlar gelip geçtiler önünden

bir kedi   yalanarak baktı gözünün içine

yavaşça karardı dünya,

başı da dönüyordu.

Son bir kez düşündü derin maviyi,

beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

 

İşte tam o anda eğilip aldım onu.

Yürüdüm deniz kenarına

bir öpücük kondurdum başına,

iki damla gözyaşından ibaret sade

bir törenle, saldım denizin sularına.

 

Bir an öylece baka-kaldı

Sonra sevinçle dibe daldı.

Gitti tüm kederimi söküp atarak,

teşekkürü de ihmal etmemişti.

Bir kaç değerli pulunu

Elime, avuçlarıma bırakarak.

 

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.

Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?

“Bir gün dedim, bulursam kendimi

yeşil leğendeki

küçük istavrit kadar çaresiz,

Son ana kadar

hep bir umudum olsun diye… ”

Günün Sözü

Yapılan yasalar bütün herkesi bağlamıyorsa, toplumda onları bile isteye çiğneyebilen tek bir insan bile varsa, o yasalar hiçbir işe yaramıyor demektir.
Denis Diderot

Zeki adamlar söyleyecek bir şeyleri olduğu için konuşurlar. Aptallar, konuşmaları gerektiği için.
Platon

Ne için burada olduğumuzu bilmiyorum ama, keyif çatmak için burada olmadığımızdan eminim.
L.Wittgenstein

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here