Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Patlamalar, yiten canlar, her gün gelen şehit haberleri, çarşıya, pazara, doğalgaza, elektriğe, suya gelen zamlar ve yetmezmiş gibi elektriksiz gün ve geceler. Herkes isyan içinde herkesin yüzü karanlık… Birileri çıkar cennette uçuran nalı –şerif terlikleri üretir. Birisi TV kanalında din sohbetleri yaparken kedicik oynatır (Adnan Oktar’ın kedicikleri, bu arada en çok izlenen tv kanalı) birileri ahlaksız bir soru sorar uzmanlar onu yanıtlar. Birileri kendini din uleması ilan eder Din adına Allah, Allah diyerek kafalar uçurur, kızları satar…
Ve inanıyoruz ki, son hızla büyüyen bozulan dünyada değişik yollara rağmen aynı denizde buluşulabilir eğer istenirse!
Her gün yeni uyduruk kıytırık şeyler duymaktan fenalık gelmişken birde duyduk ki cennete götüren terlik “Nal-şerif” dün satışa çıkmış reklamları bile var. Var mı bu terlikten alacak yada cehennem azabından koruyacak yanmaz kefenden? Allah’ım ya rabbim. İnsanların aklı ile ancak bu kadar dalga geçilir. Ancak bir gerçek var ki, o da hala bazı insanların kuyruğu olduğuna inananlar var?
Garip ama gerçek kulağımla duydum sıkıntı vermesin diye kime dediklerini de söylemeyeceğim ancak eminim birçok kişi biliyor. Düşünceden, akıldan yoksun insanlar oldukça bu garabete inanan insanlarda olacaktır. Belki cübbeli bu insanlarla dalgasını geçiyordur belli olur mu? Birkaç kez izledim merakımdan tv’deki programlarını, şimdilerde var mı bilmiyorum. Yani onu insanlar gözyaşları ve ağızları kocaman açık dinliyorlar! Bendenizin de ağzı açık kalmıştı valla?
Ve adam yanmaz kefeni de satar büyük ihtimale. Nalı şerif terlikleri zaten kapışılır? Ve bizim bilmediğimiz reklamı yapılmayan kim bilir neler, neler satılıyordur? Ne muskalar ne tılsımlar! Ve ne gariptir ki şimdiye dek bu adama ne yapıyorsun diyen yok? Sanırım zamanları yok, her gün yeni bir fetva ile nevrimizi şaşırtmaya devam etmekten. Daha çok yazmaya gerek yok, sıkıntı geldi artık. Ve ne yapıyorsun kardeş diyen yok. Akla hayale gelmeyen sorulardan içimize fenalık gelmiş ve din ancak bu kadar yanlış yorumlanır ve ancak bu kadar okumuş kara cahil olamaz diye düşüne düşüne uykuya yatmış ve çok düşünceli uyanmıştım. Ve dilimde Yannis Ritsos’un “O Eski Duvar Saati” şiirinden dizeler vardı. Şu, iki sarı kemik, tahtanın içinde… “Neden beynimi oyuyor? Bunca şehit haberi ve bunca garabetten sonra yine dün gencecik komşumuzun “pat” diyerek kimseye sormadan ölüvermesinin ardından başka nasıl uyanabilirdim ki?
O ve Eski Duvar Saati
Çoktandır kırılmıştı camı ve çarkı
Parmağı ile çeviriyordu akrebi, yelkovanı
Zaman boyun eğmişti ona, sandalyenin üzerine çıkmış
Gülümsüyordu;-saat yedi mi dokuz mu olsun
İstiyordu işte.
Saat on iki mi olsun- o da oldu. Yalnız bilemiyordu,
Belirleyemiyordu bu onbir, sekiz dokuz.
Gündüzün mü gecenin mi?
Daha çok gecenin olsa gerek.
Yannis Ritsos
Küçük elmaslı tarağı var mıydı acaba? hiç sözünü etmemişti. Ama büyük ihtimalle komedinin üzerine bıraktığı eski olmayan saati durmuştu. Ve iki küçük elmastan yavrusu vardı geriye kalan. Şehitlerinde çocukları vardı taşı çatlatan üzüntüden. Ölüm gerçeği, bizi, bize olmaz sandığımız şeyler ile karşı karşıya getiren. Belki olacakları sezinledi mi yürek. Belki bir önsezi? Bu sabah ve affetmekte geç kalmamak önemli diye düşünüyordum bizi inciten herkesi ölüm yanı başımız da. Düşünüyorum da ansızın ölüm geleydi bendenize bu sabah komşumuzdan önce. Nasıl karşılardım onu? Kırık dökük yüreğim, nasıl onunla giderdim bu durum da? Kıran inciten ne yapardı sonra ardımda? Ama kimse kendinin ayrımında değil ki? Kırdığının bilincinde değil ki? Herkes haklı ve herkes her şeyi biliyor ya. Bu yüzden çok düşünmezdim takılırdım koluna sadık bir dost gibi ölümün ve hiç ardıma bakmadan giderdim onunla…
Ve biz ölümlüler, ölümsüzlük elimizde bunu biliyorken hoş bir sedaysa varlığımız aslında. Kırıldığımız için kırdığımızın bilincindeyse yüreğimiz, buna rağmen kendine geçmiyorsa sözümüz. Ah. Bizi bu duruma düşüren benliğimiz ne kadar da hain ne kadarda zalimmiş kendine. Nur içinde yat sevgili komşum adını bile bilmediğim ve sevgili şehitlerimiz.
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım bugün Cuma, ilk yarım gün tatil günü. Hadi hayırlısı. Görüşler değişik tabi yorumlarda. Öğretmen arkadaşlarım bu uygulamanın onları rahatlatacağı görüşünde. Şöyle ki. Cuma günleri öğrencilerden bazıları camiye gitmek için izin istiyor. İdare izin veriyor, öğretmen onu “yok” yazmıyor. Ancak camiye gidiyorum diyerek izin alıp kaytaran öğrencilerde var. Onların nereye gittiğini bilmiyoruz ve başlarına bir şey gelse sorumlu oluruz diyorlar. Bu uygulamayla sorumluluk almamış olacağız. Laiklik ilkesi ile örtüşmemesine karşılık onların yönünden doğru bence de ne de olsa hem kaytaran hem dini kullanan, hem de dini bütün geçinen insanlarız. Samimi olanlarımız var kuşkusuz tabi ki onları tenzih ediyoruz. Ve her ülke hakkettiği gibi yaşar sözüne sonuna dek inanıyoruz. Bu bapta Cumanız hayırlı olsun.
Sağlık ve sevgiyle kalalım ayrımsız gayrımsız sevgili okuyucularım. Yase
Günün Şiiri
Karla Gelen
geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden sorular düşüyordu hiç durmadan.
nasıl da kalabalıktın sen; bütün kollarımla
sarılıyordum da vücuduna, kapıda kalıyordu
yine de bir yarın… ilk o zaman anlamıştım
bu eve fazla gelen bir yanı vardı bu buluşmanın
ve daha o geceden belliydi, aşkımızın
boyumuzu aşan yüzlerce ayak izinden
ve kar sıcağı sorulardan yapıldığı.
alıştığımız bir şey değildi oysa, karda tipide
sulara düşmek bir ateşin ağzından,
yeni bir ejderha oluvermek buzul çağında
ve ansızın çatlatabilmek zamanı
en ağır yerinden.
yüreğini düşürmüş binlerce sevgiliden
kopuşa kopuşa mı buluşmuştuk seninle,
beynindeki canavarı mı öpmüştük
kentin bütün “kitap yüklü merkepler”inin?”
ne çok avcı yağmıştı gözlerinin peşinden
ve ne çok çığ dayanmıştı kapımıza.
görmüşlerdi seni saksofon çalar gibi öptüğümü
ve yıllarca düş kırıklığı toplayan şairin
yerin altında artık bir aziz
kent maketi kurduğunu.
o gece ilk defa, aşkın bu kente
yenilmediği bir yerdi sokağımız.
ahlak masasına yatırılmış ömürlerden
çılgın saatler çalıyorduk çünkü hiç çekinmeden
ve bir gecede kimbilir kaç bin yıl yaşamıştık
unutulmuş bir uçurumu emzirirken.
lanetlenmiş yüksek tansiyon vakitlerinde
kalbimiz ancak bu kadar hızlı koşabilirdi
ve az kalsın yanıt verecekti durgun sulardan:
nedir çocuk ölmek her şey yaşlanıyorken.
gelişin çünkü kutsal bir okyanusu
yutmak istemesiydi iki küçük balığın;
kapı kolu, ip ve korkudan ibaret bir öyküyü
yere çalmasıydı çürük diş şövalyelerinin.
sen beni tuzlar kadar sevmiştin,
ben seni karlar kadar, sevgim sevginde erimiş
sevişmiştik, erimiştik kaynar sulara.
oysa bilirsin nicedir
bir yağmur bedduasıydı aşklar
ve her şey ne kadar da aşağılıktı.
geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden gözlerin düşüyordu hiç durmadan,
kar sıcağı sorular kadar tehlikeli gözlerin.
ne kadar güzeldin, bütün resimlerin ve eşyaların
sözünü kesiyordu yüzün. bedenin dolusu
karadeniz kokuyordun… sendin elbet hayatın
altımdaki iskemleye vurması yakın bir ânında
kirpikleriyle ipimi kesen peri; soluğunu
tehlikeyle sıvayan kadın.
gözlerin her şeyi değiştirebilir miydi?
salıncağa binmiş bir zerre gibi kimbilir
kaç kez esrimiştim inanabilmek için buna.
ve yalnızca kellemi değil, bütün bir
bedenimi almıştım koltuğumun altına.
donmuş kan damardan kovulmalıydı çünkü
“böyle olmalıydı ve oldu işte.”
tabulardan koleksiyon kurmuş bir kent için
elbette ki toplumsal bir sorundu kalbin.
bütün avcıları peşine takacak kadar
çok sevmiştin çünkü uçmayı, yasaklı
serüvenler getirmiştin. ve nasıl da kalabalıktın
bu eve fazla gelen bir yanın vardı senin,
bütün kollarımla sarılıyordum da vücuduna
kapıda kalıyordu yine de bir yarın.
belli ki toplamadan gelmiştin ayak izlerini,
kilitlenmiş adımlarla örtülü bir kente
yalnızca kabına sıkışmış bir kıpırtı
kalmasın diye eyleminden…
o gece anlamıştım: her yerinden yüreği
taşan bir kadındır bir şaire gereken;
bir karla gelendir, bir kardelen.
Devrim DİRLİKYAPAN
Günün Sözü
Sizin en fenanız; söz taşıyanılar, aranızı Bozanlar ve insanları birbirine düşürenlerdir.
Musibetin sevabına talip oImakIığın, musibeti çekmekte iken de varsa, zahitsin.
Her evin kapısı vardır. Kabrin ki ayak tarafındandır.
Hz. Muhammed