Belki “Ben” Diye Bir Şey Yok!!!

0
64

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bu sabah düşünceliyim! Kendi hikâyemizi kendimiz yazıyoruz sansak ta aslında bizim bir şey yaptığımız yok; diye düşünüyorum. Ve korkuyorum! Hiçbir şey kendi denetimimizde değilmiş gibi! Her şey olması gerektiği gibi oluyor, bizde bize biçilen rollere uygun olarak oynuyoruz, hayat dediğimiz, kimimize çok uzun, kimimize bir göz açıp kapama süresi kadar bir zamanda?  Zaman var mı peki? Güneşin doğup batması mı zaman? Bizim için öyle zahir? Aslında zaman yok! Peki, saçlarımızdaki aklar ellerimizdeki kırışıklıklar? Peki, neden aklımız var, vicdanımız var? Eğer her şey kurgulandığı gibi oluyorsa, bunların işi ne peki? Yoksa herkesin aklı ve vicdanı ona biçilen role göre mi programlanmış?  Duygusalsak, vicdanlıysak, hak ve adalet arıyorsak, bu bize rol biçenin bir güzelliği mi? Bunun için sevinebilir miyiz? Haksızlık yapanları, adil olmayanları, kötü ve suçlu olanları suçlayabilir miyiz?

Burada aklıma azgın bir nehri akreple gecen Hintli masalı geliyor. Hintli nehirden geçerken bir akrep görüyor suda debeleniyor. Onu tutup sudan kaldırıyor akrep onu anında ısırıyor. Hintli nehirden geçmeyi sürdürürken akrebi de boğulmaya terk etmiyor, her defasında ısırılmasına karşın onu yine de sudan çekip alıyor. Birlikte olduğu arkadaşı kızıyor “akrep her defasında seni ısırıyor neden onu suya bırakmıyorsun.” Hintli arkadaşına dönüyor; “Onun doğasında ısırmak var. Benimkinde sevgi, onun doğası yüzünden ben kendi doğamdan vaz mı geçeyim?” der.

Bu öykü çok düşündürücü gelir bendenize! “Doğamız” diyoruz işte bize verilen rol budur. Aklımız, fikrimiz, doğamızın denetiminde çalışıyor, aslında bu da bize biçilen rolün ta kendisi. Değil mi? Ancak bu rolü sanırım aklı tümden devreden çıkarmamak için iyi ya da kötü ya da oynayabiliriz belki? Düşünüyorum ve düşünüyorum bu da doğamın gereği zahir? Ve sabırsızım her şeye ve “zaman aslında yok” derken onu hiç bitmeyecek şeymiş gibi sananlara acayip hayretim! Ve aslında kızgınım, aslında suratımı astırıyorlar, aslında onlara yazıklanıyorum. Ve bize biçilen rol gelince aklıma “zınk” diye duruyorum. Bu hayatın onlara biçtiği rol ise doğaları bu ise; buna uymaları gerekiyor her halde değil mi? Neden onlara kızıyorum ki? Neden kendimi hikâyeler yazabildiğim için seviyorum ki. Aslında kimsenin bir şey yaptığı yok ise, her şey yaptırılıyorsa? Tamam, anlaşıldı bugün kafamda sabırsız düşünceler birbirine dolanıyor. Tartışmak istiyorum karşımda birisi olsun akrep ya da ermiş!

Ama şimdi artık düşüncelerimin peşine gitmek istemiyorum; kendi kendime konuşmaktan yoruldum ve üstelik bunları doğam yapıyorsa  demek aslında ben diye bir şeyde yok.!!!

Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım, ayrımsız, gayrımsız düşünmek güzel felsefe yapmakta ama onlarda kaybolmak tehlikeli gibi yollarımız çakışır ya da yolumuzu kaybedersek aslında yolumuz neydi ki? Yase

& & & & &

Mavi Kurdele

New York’ta yaşayan bir öğretmen, lise son sınıf taki öğrencilerini, “diğer insanlardan farklı özelliklerini” vurgulayarak onurlandırmaya karar vermişti. California Del Mar’dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı. İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle “Siz çok önemlisiniz” yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi. Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti.

mavi kurdele hikayesi ile ilgili görsel sonucu

Ardından, iki tane daha kurdele verdi ve: “Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlar da bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin” diye rica etti. O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun “iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü” onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdeleyi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu. Şaşkına dönen patron; “Tabii ki” şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdeleyi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de; “Bana bir iyilik yapar mısınız?… Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?… Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece “bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş…” dedi…

O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu. “Bugün inanılmaz bir şey oldu” dedi. “Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, “İş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi… Bir hayal etmeğe çalış… Benim bir dahi olduğumu düşünüyor.. “Siz çok önemlisiniz” yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı. Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi.

Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin… Ben “seni” onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum… Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. Seni seviyorum” diye devam etti…

Şaşkına dönen çocuk şimdi ağlamaya başlamıştı… Bütün vücudu titriyordu… Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı ve: “Yarın intihar edecektim” baba, dedi… “Baba, ben senin… Çünkü ben senin… beni hiç sevmediğini… beni hiç önemsemediğini düşünüyordum… Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an… Oğlunun hayatını kurtardın!…” Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakın unutmayın… Hepinize yetecek kadar kurdele var.

Günün Şiiri

Küçük İstavritin Öyküsü

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp
hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
sonra hızla çekildi yukarıya…

Aslında hep merak etmişti
denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak
bir yanda ölüm korkusu.

“Dudağı yarıklar ” denir,
şanslıdır onlar, hani
görüp de gökyüzünü , insanı
oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları
hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa, şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
ansız uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden
bir kedi   yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu.
Yürüdüm deniz kenarına
bir öpücük kondurdum başına,
iki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle, saldım denizin sularına.

Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak,
teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?
” Bir gün dedim, bulursam kendimi
yeşil leğendeki
küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar
hep bir umudum olsun diye… ”

Günün Fıkrası

MİT eleman alımı için duyuru yapar. Üç kişi başvurur. MİT binasında adayların hepsiyle tek tek görüşmeler yapılmaktadır. İlk adam içeri alınır ve şu sorular sorulur. “Karını seviyor musun?” “Evet, efendim” “Ülkeni seviyor musun?” “Evet, efendim” “Pekala, biz karını da getirdik. Şu an yan odada.” denir ve masanın üzerine bir tabanca konur. “Şimdi odaya gir ve karını öldür.!” Adam silahı alır yan odaya geçer. 5 dakika hiç ses duyulmaz. Adam tekrar ilk odaya geri döner. Kravatı gevşemiş, ter içinde kalmıştır. “Yapamayacağım efendim.” der ve orayı terk eder. İkinci adam içeri alınır. Aynı sorular sorulur. Aynı yanıtlar. Ve ona da içeri girip karısını öldürmesi söylenir. Adam yapamayacağını söyler ve ayrılır. Son adam Temel girer. Aynı sorular. Aynı cevaplar. Ona da içeri girip karısını öldürmesi söylenir. Temel içeri girer. 5-10 saniye sonra içerden silah sesleri gelmeye başlar. BAM,BAM,BAM,BAM,BAM,BAM…. Derken kısa bir sessizlik ve ardından gürültülü bir cam kırılması duyulur. Temel içeri girer, biraz terlemiştir. MİT personeli sorar “Ne oldu?” Temel cevaplar.. “Efendim bana verdiğiniz silah kurusıkı çıktı, o yüzden onu pencereden aşağıya atmak zorunda kaldım”

Günün Sözü

“Hangi tohum toprağa atıldı, ekildi de tekrar bitmedi; vakti gelince topraktan filizlenme¬di? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin?”
Mevlana

“Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır.”
Mevlana

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here