Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Dün gece futbol meraklıları ve özellikle Galatasaraylılar, Galatasaraylı değilim ama hiçbir takımı da tutmam benim için oyun güzel olsun yeter. Ve tabi ki mili maçlar olunca kesinlikle taraftarım ancak yine de kendimi kandırmadan. Uzman değilim kuşkusuz ancak ilk golü atan Burak Yılmaz’dan sonra baya bir dua etmeye başladım. Karşıt bir gol gelmesin diye ama dualarım kabul olmadı, yetişti Alman Schalke’dan karşıt gol. Ve başladı gerilim. Tırnaklarım kırıldı, dizlerim hafifçe kırıldı her gol, top kaçırdığımızda attığım sessiz çığlıklardan.
Doğrusu düş kırıklığı idi geceki oyun. Ve çok şükür üç-bir olmadık. Çünkü işten bile değil de üç bir olmak ama Allah yüzümüze baktı bir-bir kaldık. Düş kırıklığı falan derken şükredecek şeylerin olması da kuşkusuz güzel bir şey, avunmak için. Sokakta en ufak bir gürültü yoktu maç sonrası. Sokağımızdaki spor kulübünden ses seda gelmedi. Oysa ilk golde sokağı inletmişlerdi. Neyse dilerim Almanya’da onlara kendi sahlarında atarız artık golleri.
Ve bugün Fenerbahçe maçı var. İçim azıcık sızlıyor. Çünkü gözümü Fenrebahçe’yle açmıştım aslında, takım tutmuyorum dememe rağmen Fenerbahçe yumuşak karnımdır. Ancak her türlü fanatiklikten haz etmeyen biri olduğumdan sempatim olmasına rağmen Fenerbahçe’ye yinede taraftar sayılmam vefasızlığımdan zahar? Ha bu arada Burak Yılmaz attığı bu golle Türk takımları adına bir sezonda en çok gol atan olduğundan tarihe geçmiş oldu. Ne mutlu ona…
& & & & &
VE ÖZLEDİM
Bugün yazmak üzere ikinci bir konum vardı ama bir türlü aklıma gelmiyor. Anahtar sözcüğü bulamıyorum. Ve biliyorum ki aradığımda hiçbir şeyimi de bulamıyorum. İlla hiç aklımda yokken çıkacaklar ortaya, bu yüzden anımsamak için zaman harcamayacağım ve aklıma şu an ne gelirse onu yazacağım.
İskenderun’un en çok güneşini özledim. Sahilde yürümeyi… İstanbul’da güneş bir çekilsin gri havaya kalırsınız uzun zaman, güneş bir çıksın onu yakalamak içinde koşmanız gerekir. Eğer çatı katında falan oturmuyorsanız. Odaya ya da salona sızan güneş İskenderun’daki gani, gani her tarafa davetsizce giren güneşle asla bir olmuyor ki ben günden ve güneşten baya tırsan biriyim, artık yıllardır yazılarımı okuyan sizler bilirsiniz. Gecelerin insanı olduğumu aslında… Evet ya hani vampir soyundan mı gelmişim diye hep sorardım kendime. Demek benim havalarım ya karanlık olacak ya da kaçtığım zaman kurtulabileceğim güneşli havacalar olmalı. Öyle gri havalar bana uymuyor. Tabi yağmurlu havanın dışında çünkü yağmur hayatım zaten. Geldiğimden beri yağıyor, altında ıslanıyorum ama hiç derdim değil yalnızca sel olmasın, kimsecikler zarar görmesin. Buna rağmen güneş çıktı ya hemen dışarıdayım bilgisayarımı ve masamı dışarı çıkardım, hafif bir esinti var ve güneş bir parlıyor bir bulutların arkasına sığınıyor. Yani hem sıcaklığı hem serinliği var havanın şu an oturduğum üst kat terasında. Sevgili okuyucularım tamda hastalık havası ve durumu şu an eğer tedbirinizi almadan oturuyorsanız. Hani çarpa, çarpa bilge oldum ya bu yüzden hasta ola, ola artık olmamayı da öğrendim.
Eğer sizde güneşli ama rüzgarlı ve bulutlu bir havada dışarıda çalışıyorsanız bu en az iki saatinizi alacak bir çalışma ise. Muhakkak sırtınızı duvara dönün. Yani aradan rüzgar girmesin ve sırtınızı destekleyin minderlerle falan üzerinizdeki kalın giysileri çıkarın sonra kısa kolu bir penye giyin ki terlemeyesiniz ancak üşümemek içinde üzerinize kolsuz bir yelek geçirin muhakkak. Ve başınız gelgitlerden korumak için ufak bir sığınak yapın yani çadır gibi bir şey. O zaman ne bulutun arkasına girdiğinde güneş üşüyorsunuz. Neden parladığında terliyorsunuz hem güneşte hem açık havada hem de sağlıklı olarak işinizi yapıyorsunuz bu durumda ama işler şimdi bozuldu gibi? Rüzgar çadırımı yıkmak üzere ve güneşin önünde kocaman bir bulut var ikisi kavga ediyor sanırım bulut engel olmayı başarıyor. Ve içeri girmek farz olacak şimdi. Yoksa hasta olunca “kimseye etmem şikayet mücrim gibi ağlarım halime” durumlarına düşmek işten bile değil. OKTAY İHSAN ANLAR
Ve sevgili okuyucularım mücrim dedik ya.(suçlu) azıcık İlhami Oktay Anlar’ın kitaplarından söz etmek istiyorum. Bütün kitaplarını çok seviyorum üslup sıra dışı olaylar sıra dışı tarihi anlatımı sıra dışı düşsel, hepsini seviyorum ama bir tek şey fazla yabancı sözcükler. O kadar çoklar ki anlamak zorlaşabiliyor bazen. Emre “hadi” diyor “puslu kıtalar atlası” adlı kitabı kardeşime önerebildim ancak yedinci günü öneremem ki çünkü benim bile anlayamadığım yerler çok.
Emre’cim dedim zaten yazar belli bir kültür seviyesine ulaşmışlar için yazmış bu kitapları dedim. Herkes anlayamaz. Kardeşinde daha küçük ama dedi kitapları böyle yazmak doğru mu? Bu tartışılır tabi. Belki yazar herkes okusun istemiyor anlayan okusun o kadar olmaz mı yani? Olabilir zahar ya da sende kardeşinde daha ilerde okuyabilesiniz diye yazılmıştır.
Ancak Yazarın kitabı yazarken böyle bir şey düşündüğünü de sanmıyorum. O kendi potansiyelini araştırmalarını ve dilini yazmış anlayan anlar herkes her şeyi anlamak okumak zorunda değil ki diye düşünüyorum sen kardeşine başka bir şey öner. Arkadaşım edebiyat öğretmeni o bile tıkandım dedi. Okuyamıyorum yedinci günü.
Olabilir tabi ama ben bayılarak okuyorum, ömrümde bir “Gogol’un ölü canlar” kitabını okurken birde sisli ufuklar okurken böylesi garip doyurucu bir tat aldım diyebilirim. Oktay İhsan Anlar’ın yazım tekniği tamamen kendine has bir teknik hiçbir yazarınkine benzemeyen bu da benim için çok ama çok önemli. Varsın bazılarına ağır gelsin kitap diyorum ölü canlarda çok kişiye ağır gelmiştir sanırım.
Ve sevgili okuyucularım. Okumak çok önemli ancak biz artık okuyan bir toplum olmaktan çıktık. Benim öğrenciliğimde otobüse kitapsız kimse binmezdi sanki otobüsle yürüyen kütüphaneydi ama şimdi cep telefonları aldı yerini kitapların, eskiden sanala aleme evde akardı insanlar, şimdi telefonlar ve tabletler sayesinde sokağa taştılar. Oysa tabletlerde de okunabilir bazı kitaplar. Keşke onu yapabilen bir toplum olsaydık. O zaman belli bir kültür gerekiyor bu kitapları okumak için demezdik diye düşünüyorum. Ve şimdilik sağlık, sevgi, birlik ve beraberlik içinde kalalım diyerek yazıma son veriyorum. Yase
Günün Şiiri
Çıngırağın Ölümü
(Ç ı n g ı r a ğ ı n Ö l ü m ü 1)
bir ses evinde doğdum
inanırım çanların ölümüne
fırtına dinince kıyacağım kendime
sen çizince ben oldum
inanırım kumlu ellerine
sen yitince kıyacağım kendime
bakır damlasından soğudum
inanırım zehirli yüreğine
şart olsun kıyacağım kendime
(Ç ı n g ı r a ğ ı n Ö l ü m ü 2)
I
zaman batıyor Margarita
su doluyol saatlara
bir kurtçuk geçiyor
beynimdeki kumdan
ses göçüyor Margarita
çanlar ölüyor sesevlerinde
dili kurtlanıp çürüyor
ölüm giriyor yalnız
açık kapıdan
II
ses ölünce
kimse kimseyi çağıramaz
ikimizin gizli sevdası
bir incinin yüreğinde
bulunamaz
zaman yanınca
ölüm de bırakır arkadan vurmayı
gelip evlerimize yerleşir
giyer geceliklerimizi
kan kabuklu bedenine
yataklarımızda yatar
herkes göçünce
ölüm yalnızlığını yaşar
son kez duy tenimi
ve kokla beni
ben yitince
belki yeni bir tufan kopar
(Ç ı n g ı r a ğ ı n Ö l ü m ü 3)
adımlarım
bir yere götürmüyor artık beni
çiziyorum kıl üstüne
küçük çıngırağın ayak izlerini
gözlerim
sönüyorlar bir bahçede
katran güle sarılıyor
uzun uzun öpüşüyorlar
birleşiyor
cennet ve cehennem
tanıyarak bedenlerini
dil ve damak gibi
adımlarım
bir yere götürmüyor artık beni
yağmur saralı bir dilenci
devriliyor ardımsıra
yürüdüğüm her sokak
duvarlaştırıyor kendini
ellerim
eriyorlar bir bahçede
kopuyor küpelerin halkası
kemerlerin tokası
yalnızlık delik ağlarıyla
avlanıyor içimi
adımlarım
bir yere götürmüyor artık beni
küçük bir çıngırağım
çalıyorum kendi kendimi
Adnan ÖZER