Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Şehirlerarası otobüsten indiğimde sanki terk edilmiş bir kasabaya girmiş gibi algıladım kendimi dün sabah? Etraf toz duman içinde yollar yaralı bereli kupkuru toprak. Ve buna eş, yoğun bir sıcak. Oysa atkım ve ceketime sarılmıştım otobüsün içinde. Otogara inince kalbim duracak sandım bu ne sıcak ya rabim? Saniyesinde pişman oldum geldiğime. Ancak gelişimin sağlam nedenleri var. Neyse taksi çağırdık. Taksi yaklaştı yavaşça, sürücü koltukta kıpırdamıyor. Ne bekliyor dedim ya? Bayılmış mı sıcaktan ne? El salladım valizimi göstererek lütfen cinsinden geldi valizi aldı arkaya yerleştirdi. Neden sen yapmıyorsun der gibi! Allah Allah ne oluyor bu insanlara dedim. Gazipaşa’da da aynı şey oldu, otobüsün gelişini bekliyorum. Otobüs geldi adamlar bekliyor valizi ben mi yerleştirmeliğim türünden baktım muavine? Aldı yerleştirdi acayip bir iş yapıyormuş gibi? Allah Allah dedim ben mi şaşırdım yoksa sıcak bu insanların beynini eritti mi ne? Oysa bu iş onların işi…
Hadi işleri olmasın gecenin bir yarısı sizi tercih edip şirketinizle gelen yalnız bir hatuna yardım etmek gibi bir düşüncenizde mi yok?! Dedim ya sıcak çarptı hepimizi neyse taksiye bindik geliyoruz toz altında kalmış şehrin terk edilmiş sokaklarına da sürücü sürekli söyleniyor. Yollardan şikayet babında. Ve iki lafın arasında “değil mi hanım efendi” diye onay bekliyor. Yolculuk sersemiyim ve konuşma modunda hiç değilim yanıt vermiyorum ama ruhum sıkılıyor öyle böyle değil. Gerçekten sefil bir görüntü her yer toz ve güneş altında! Eve geldik. Sokak kapısı demirler, camlar, basamaklar, atölyem terk edilmiş sefil bir görümünde. Sanki kazayla başka bir zamana ışınlanmış gibi hissettim kendimi. Anahtarı kullanabilmek için kapının tozunu almak zorunda kadım. Neyse sonunda içerdeyiz.
Evet, gerçekten her yer toz duman altında ve yollar berbat, evde sabır dedik hoş görü dedik. Sonu iyi olacak katlanmak zorundayız dedik ama sabrında bir sonu var. Ya sulayın sık sık ya da hemen asfaltlayın çıktığınız sokağı. Yok, yine kazacaksanız neden bir defada her şeyi bitirmiyorsunuz Allah aşkınıza ya. Tamam, biz bir şey bilmiyoruz öyleyse aydınlatın neden hepsini bir arada yapamadığınızı. Yani hasta olmamak olanaksız… Sokağa çıkmak içinde akılsız olmak gerekiyor ki bütün yollar ıssız.
Neyse ya yoldan sinirlerimiz gerilmiş sıcak başımıza vurmuş, güzelim şehrimizde yapılan değişiklikler olumlu bile olsa bize sıkıntı vermiş dedik. Ve başımızı yastığa vurup derin bir uyku çektik komşunun evinde, çünkü evin anahtarlarını bulamadım çantamda! Akşama dekte eve giremedim bu yüzden. Düşünün çektiğim sıkıntıyı. Nasıl sinirli olmayım ki ama yinede sakindim yeminle, paylaşmadım kimseyle şikayet etmedim boyun eğdim sadece…
Ve akşam sokağa çıktım ve sahilin görüntüsü de moralimi iyice bozdu. Deniz yine dolduruluyor bence çok gereksiz. Yani deniz öfkesini almaya kalkarsa ona tecavüz edildiği için ne olacak? 17 yıl önceki Gölcük depreminde olanları unutmamak gerekir. Millet o kum yığınlarının gölgesinde tozlu çimlere yayılmış valla ne diyim inşallah alerji falan olmazlar. Hadi orayı geçtik. Ve yılan hikayesine dönen eski meyan kökü fabrikasına geldik. Oradaki perdeler nedense bir yerde kesilip içe girmiş ve anlaşılıyor ki orda bir harekelik var. Oysa bildiğim kadarıyla inşaata izin verilmiyordu? Baştan beri orda sahilimiz bize yabancı kılacak bir binadan yana olmadığımızı haykırmıştık ister otel olsun ister başka bir şey ve yine olmasın diye haykıracağız parası olan istediğini yapar diye bir şey yok. Herkes her istediğini yapma özgürlüğüne sahip değil her zaman.
Ve içimden bir ses “boşuna konuşma” diyen onu da kafaya takıp sıkıntımı katladıktan sonra ancak anahtarımın hazır olduğu söylendi. Eve döndüm kapıyı açmamla yüzüme sıcak tozlu bir havanın çarpması bir oldu. Yorgunluk ve sıkıntıdan ve tozdan ağlasam iyi gelir mi diye düşündüm bir an. Çaresizliğin dibine vurmuş gibi algılayarak kendimi. “Olur mu hayır canım neden ağlayım ki” her tarafı açtım ve başladım gecenin bir saati işe, ama kimseyi rahatsız etmemek için azami dikkat ettim makine falan çalıştırmadım aynen seraların cinleri gibi sessizce çalışıp evi tozdan dumandan arındırdım. Ve bu sabah uyandığımda ise sokak kapısını kapatmadığımın farkına vardım. Ne ala sokak kapısı açık uyumak? Kimse duymasın. Duyduğum güven yüzünden kendimi iyi algıladım. Ve sevgili köşe yazarı arkadaşım Öner Çetinkaya’nın Hilton Oteli adlı yazısını okudum. Ve hani “hatta sohbet etmeyi özledim” demiştim ya dünkü yazımda. Sanki bu yazı ile özlediğim ortamı bulmuş gibi oldum. Ve o yazıya bende imzamı atıyorum. İlk satırından son satırına destek veriyorum. Elinize yüreğinize sağlık sevgili arkadaşım.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte diyorum ve sağlam nedenlerim vardı gelmek için demiştim ya o nedenlerden biride, yeni su boruları döşetmek eve. Yoksa bizde su altıda kalacağız apartmanca. Hadi ya işim çok ben gideyim bari… Yase
Günün Şiiri
Keşke Hiç…
Ayazdım, azdım… Azıksızdım
İçimde sırasına koşan şiirler vardı
Zamansız çalmasaydın kapımı
Esmer gülüşünle mıh çakmasaydın günlerime
gelmeseydin
Zift ile karıyordu kendini gece
Gitmek uçurum, dönmek aramamanın yalvarısı
Vazgeçmek senden, pişman olmak
Yarını göremeyenlerin kör tanrısıyla zar atmaktı
gelmeseydin
Sarışın rüzgârlarda soluk benizli şiir eskizleri
Çorak zamanlarda kendisi için kanayamayan aşklar vardı
Yanılsamaların sonbahar yüzünden geçiyordum
Hilebazdı siyah dokunuşlar, cinayet kokuyordu
gelmeseydin
Tenimdeki kilim deseni yaralara
Kıymık gibi saplanan yağmur damlaları
Pembe kokusuna dikenini saplayan gül
Elgin sözcüklerden payıma düşen kül
Bakır şimşekleriyle kahkaha atan
Gökyüzüydü tek paylaştığımız
gelmeseydin
Mezatta hırpani bir sözcüktü vefa
Yokluğunun tadı kusursuz ve gölgesiz gri
Unutmak çağımızın en masum duldasıydı
İntiharı ve hiçliği anımsatıyordu unutulmak
gelmeseydin
Yine de yeniden gelmeseydin
Hafif tebessüm iç kanamalı yüzümle
Serçeler gibi sabahı bekletmeseydin bana
Ayazdım, azıksızdım… azdım
gelmeseydin
Gözlerimdeki forsaya toprak tadında mavi bakmasaydın
Keşke hiç!..
C. Hakkı ZARİÇ
Sis ve Tuz
–O’na, sıfırda kalana veda şiiri…
Uyku tutmuyor kaçışı olmayan tanıdık sabahı
Açık kapılardan hâki ayak sesleri sızıyor
Tabana çöküyor tavan, sis kaplıyor her yanı
Hayata Dönüş Operasyonu’nun gri kurşunlarıyla
Hasar tespit tutanakları yazıyorum ömrüme
Kan soluyorum, öğürüyor, kusuyor ve soluyorum
Soluyor penceredeki begonyanın yaprakları
Zayıfladıkça gözleri büyüyen ölüm oruççuları
Küfre yaslanıp ayakta durduğum anlar soluyor
Suratımda kahkahaları patlayan kırık aynalar
Ve horozu kalkık tabancaların maskeli tehdidi
Parçalanmış bir kafatası düşürüyor kucağıma
Her kıpırtıda serçeler havalanıyor içimden göğe
Soğuktan titriyorum, parmaklarım uyuşuyor
Gözleri bağlı kuzeyin, oldukça yavan ve yalancı batı
Buz tutuyor gülüşüm ağzımda, buz tutuyor, buz
Anları düşünüp anlamlar aramaya çabalıyorum
Dolanıyor sığıntı halinde, derinliğini arıyor gün
Her şey bir ayrılık armağanıyla adlandırılıyor
Bir kadının salı sabahındaki vazgeçilmez güzelliği
Hayli baş ağrısı, elleri havadaki yenilgi
Kalın bir çift çorap, öksürük nöbeti, boğulma anı
Tuz sonra, sağanak halinde tuz, tuz !..
C. Hakkı ZARİÇ
Günün Fıkrası
Tahmin Etmiştim
Temel’in kol saati durmuş. İçini açmış ve içinden ölü bir karınca çıkmış.
Temel: “-Uyy…Zaten pen tahmin etmiştum makinistun öldüğinü…”
Günün Sözü
Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, hâlbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir.
Arzu öyle bir şeydir ki, hiç doymak bilmez; birçok insanların hayatı, arzuları doyurma yollarını aramakla geçer.
Cesaret kuvvetle birleşince büsbütün artar.
ARISTOTELES