“Sen Neymişsin Be Abi?!”

0
155

Bireysel sesler nizamında, birlikte nefes alemiyle tümleyerek söylediklerini düşünürüm şarkılarını, “Mazhar Fuat Özkan” üçlüsünün.. Tez, anti tez, sentez diyalektiğinin soru cevapla yeşeren sufi duyarlığını algılarım üçüz tekillikte.. Eğitimden kültüre, siyasetten sanata hemen her konuda; “Ben konuşayım sen dinle” monologu içinde yoz nutuk çeken birileriyle (ki tuzlu sularda kendi görüntümle birlikte işi sadece TV’de gazete başlıklarını okumak olanlar da dahil) ne zaman karşılaşsam, gelir dilimin ucuna “MFÖ” üçlüsünün o meşhur “Peki peki anladık” şarkısı..Kendi kof sözlerinin bilimsel olduğundan dem vuran monologcular pek hazzetmez sufi duyarlıktan.. “Sofistike sözler bunlar” der burun kıvırırlar.. Rolünü oynadıkları tiyatroda senaryo yazarının ağızlarına vurduğu gem “sufleyle” karıştırırlar sufiliği.. Sufi duyarlığın içsel sesine karşı hoşnutsuzlukları,“suflöre” olan bilinçaltı tepkilerin dışa vurumudur aslında.. Soru cevapla yeşeren düşünce tartışmalarından uzak durmaları da bu nedenledir zaten.. Sufi duyarlıklı Celalettin Rumi’nin, soru ve cevap üzerine verdiği; “Yağmurun yağması yere soru, toprağın yeşermesi göğe cevaptır” örneğinden habersizdirler mesela..Öte yandan “Her şeyi en iyi sen bilirsin! Her şeyden sen anlarsın!”  gibi takdimlerden, alaysı da olsa “Sen neymişsin be abi!” gibi takdirlerden de hoşlanırlar..

Kendi bildiklerinin tek ve mutlak doğru olduğu hüsnü zannı ile nutuk çeken bu tür monologcular, hararetli nutuklarla tutuşturdukları anız yeri yoz düşüncelerin kesif dumanı içinde sürekli başkalarını eleştirir ve fakat kendi özeleştirilerini ise hiç yapmazlar.. Başkalarının eksiğini gediğini araştıran ve (kimin yok ki) bulan; söküğünü yırtığını dikmek için “iğneyi kendine batırmadan elinde çuvaldızla gezenler de bu tür monologculardan çıkar tabiatıyla..

Eskiden annelerimizin elinden düşmezdi iğne.. Giysilerimizin söküğünü diker, yıpranmış yerlerine yama yaparlardı.. Ne güzel nakışlar işlerdi iğne tutan “mübarek” elleriyle bir zamanlar annelerimiz.. Ah, şimdi o günlerden kalan, yüreğimize nakşolan iğneli sızılar hatırası.. Ve dilimizde kendi özeleştirimiz anlamında rahmet duaları elbette..

Çocuklarımızın bakışlarını geliştirme açısından, “münazaraların” eğitim etkinliklerinde önemli bir yeri olduğunu biliyoruz.. Bir konu üzerinde karşılıklı ve fakat monolog tarzında “nazarların” sunulmasına deniyor münazara.. Karşılıklı düşüncelerin “soru cevap nakışlı” diyalog tarzına ise münakaşa deniyordu eskiden.. Ah, annelerimizin ellerinde işledikleri nakışlardan bize kalanları “sufle” anlamında hatıra olarak saklarken; onların dillerinden bize kalan “nakış” köklü “münakaşa” kelimesini, üzerinde münakaşa dahi yapmadan atmadık mı? Keza münazarayı da.. Bazı bakışlardan güya korunma amaçlı batıl olan “nazar boncuğunu” elimizden bırakmazken, dilimizden  kökü nazar (hakça bakış) olan münazara kelimesini de üzerinde bir münazara dahi yapmadan attık gitti.. Konu, her ne kadar dil zenginliğimizin yoksullaşması üzerine gelse de, niyetim; kendi düşüncelerimi de kapsayan, “ben neymişim be abi” türünden bir özeleştiri yazısı kaleme almaktı.. Münakaşasız bir özeleştiri yapmak ise mümkün değildi.. Tartışma esnasında, muhatabımızı iğneleyerek düşüncelerimizi nakşetmek isteğimiz, münakaşa kelimesinin tabiatından geliyordu.. Ve fakat sökük veya yıpranmış düşüncelerimizi dikmek veya yama yapmak için iğneyi kendimize (bırakalım batırmayı) dokundurmaktan bile hiç hoşlanmıyorduk.. Eleştirdiğimiz  kişiye iğnelemelerimiz ise zaten bir çuvaldız etkisi yapmaktaydı.. Çuval; seyrek dokunmuş büyük torbaların adıydı, “duz” eki ise Farsça terzi anlamındaydı.. Münakaşa esnasında iğnelemelerimizin çuvaldız etkisi yapması; eleştirilerimizin muhatabımızda, sıkı dokunmamış seyrek örülü bir torba hissi uyandırmasından kaynaklanıyor olabilirdi.. Bizi bir başkasının çuval gibi görmesinden hoşlanmayız elbette.. Ve fakat her zaman kendisinin iyi işlenmiş bir dokuma olduğundan dem vuran, “Sen neymişsin be abi!” türünden monologcular da yok değil çevremizde..

Kendi dokumalarının ilmiklerinde hiç sökük olmayacağı hüsnü zannını, (hüsnü kuruntusu demek daha doğru olur aslında) herkesi seyrek dokunmuş çuval gibi görme suizannıyla birleştirip elinde çuvaldızla gezenler kimler? Mesela işi sadece TV’de gazete başlıklarını okumak olanlar.. Muhatabının sökülen, yırtılan gömleğini dikmek için değil, göğsüne dürtmek için kalemi, düzeltiyorum çuvaldızı eline alan bu türden kişileri izleyin, eminim siz de hak vereceksiniz bu eleştirel yazıya.. Her şeyi en iyi bilen, her şeyden en iyi anlayan bu zatı muhteremlerin sadece tezleri var ve karşı tezlere tahammülleri de yok.. Dolayısıyla gelişimin doğasındaki senteze de muhalefet edenler, bu tür monologcu kişiler..

Oysa biyokimyacılar hayatın “aminoasitlerin proteinleri” sentezlemesiyle oluştuğunu, geliştiğini ve sürdüğünü söylüyorlar.. Türkçesiyle topraktaki tuzsal parçacıkların su ile birleşmesi yani.. Açık nesnel düşüncelerin iletişimi üzerine kurulmuş bu cümlede gizli öznel duyguların etkisinde bir monologcu olarak durduğunu düşünüyorsanız eğer, “sen neymişsin be abi” eleştirisini hak ediyor demektir bu satırların yazarı da elbette.. Ve fakat ben eklemek istiyorum son tahlilde.. Her sentez, yeni bir tezdir devam eden diyalektik süreçte..

Selam ve saygılar…                                                                                                   ozdemirgurcan23@gmail.com

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here