Demir Parmaklıklar Ardındaki Çocuklar…

0
104

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Havalar sıcak, tatil yakın, sokağımız afacanları sabahın erkeninden balkonlardalar. Karşıdan karşıya laflaşıyorlar birbirleri ile. Kafese konmuş kuşlar  gibi görünüyorlar yüksek balkon demirlerin  ardından. Bazısı başını sokmuş, bazısı tırmanmış demirlere, diğerleri ise sımsıkı tutmuş demirleri minnacık elleri ile. Birisi daha ancak 3 yaşında nerden duymuş kim anlatmış bilinmez. Kendi kendine şarkı söyler gibi uzata, uzata konuşuyor. “balkon kapısı açıkmış oradan bir hırsız girmiş odada uyuyan çocuğu almış gitmiş”

İlk duyduğumda tüylerim diken, diken olmuştu. Çocuklarda korkmuşlardı. Ama diğer günlerde bu sözleri yineleye, yineleye şarkıya çevirmişti, çocuklardan hiç biri onu dinlemiyordu artık. Şimdide dinlemiyorlar. Kendi âlemlerine dalmışlar hep bir ağıdan konuşuyorlar. Okuldan ve  orada öğrendiklerinden… Balkona çıktım. O kadar renkli ve gerçekten hapsedilmiş gibi duruyorlardı ki içim acıdı. Resimlenirini çekeyim dedim ama  fotoğraf makinemi içerden alıp gelene dek sıkılıp içeri girmişleri bile. Aynı bizim çocukluğumuz diyemeyeceğim çünkü biz hiçbir zaman öyle demir  parmaklıklar arasından kimseyle konuşmadık. Çocuklarımızda tabi çok şükür… Ne balkonumuzda ne de odalarımızın pencerelerinde demir korkuluklar yoktu. Merdivenlerimiz en büyük sınıfımızdı okuldan döndükten sonra.

Gerçekten çok büyüktü dünyamız. Kitaplarımız yolculuk rehberimizdi. Onlarla dünyayı gezerdik. Oyunlarımız yaratıcıydı ve bizim en büyük şansımız aslında ailelerimizdi. Bize verdikleri sözsüz terbiyeydi. Kimse şunu yap ya da bu saatte evde ol dememiştir. Şunu yaparsan ayıp olurda demediler kaybolursan başına bunlar gelir, hırsızlar seni kaçırır falan türünden şeylerle de hiç korkutulmadık. Her şeyi görerek, deneyerek öğrenmiştik.

Şimdi bakıyorum anneler kaldırıma oturmuş transa geçmiş gibi çekirdek çitlerken çocuklarını gözlüyorlar bir taraftan. Gözleri fıldır-fıldır… Bir santim öteye gitse anne hemen dikleniyor. Ama  çekirdek çitlemeyi bırakmıyor, kabuğu yere tükürüp büyük bir hışımla ayağa kalkıyor. Nereye gidiyorsun sana buradan bir adım ileri gitmeyeceksin diye kaç defa söyleyeceğim diye çekiştiriyor. Çocuk vızıldamıyor bile boyun eğiyor. Ve ben düşünüyorum bu çocuk ilerde  yine  boyun  eğecek mi acaba  böyle her şeye?

Ve anneler çocuklarını koruduklarını sanarak aslında onlara ne kadar büyük bir kötülükte bulunduklarının asla ayrımına varmıyorlar.

Bizim  annelerimiz özel eğitim mi almışlardı çocuk bakımı üzerine? Hayır…  Bizi  şu annelerden daha mı az seviyorlardı? Asla ve kata… Ömrümüzce annemizden şimdi duyduğumuz sözler tarzında bir tek sözcük duymadık kardeşimle. Ve bugün bu yaşta duyduğum sözler çocuklara söylenen, tarz ve üslup bakımından tüylerimi ürpertiyor doğrusu.  Tabi ki herkes böyle  yapıyor demiyorum yalnızca gördüklerimden yola çıkıyorum her zaman yaptığım gibi. Şimdi sizin zamanınız bizim zamanımız denebilir. Ancak bu zaman mekân konusu değil buna inanmam hiçbir zaman. Her zamanın çocukları ve aileleri ayrı ayrıydı kuşkusuz. Biz özgür çocuklardık sokağımızda bahçemizde merdivenlerimizde. Ama bazı arkadaşlarımızın bunları yoktu. Ama paylaştığımız için kimseye dert değildi. Ancak dert eden imrenen yok muydu? Tabi ki vardı. Ve her zaman olacaktır. Bu bir zaman mekân işi değildir. Ve çok doğaldır. Çünkü herkes bir dünyadır. Ve dünyalar hep  birbirinden değişiktir her zaman ve mekânda. Önemli olan işte ailelerin çocuklarında bir dünya olduğunun bilincinde olması… Ve o dünyayı nasıl zenginleştiririm, büyütürüm diye düşünmesi.

Biz bir dünya olduğumuzun ayrımında olarak büyüdük. Ve başka dünyalıların gezegeni olmadık. Bu çocuklar önce annelerinin ve sonra toplumdaki dünyaların gezegeni olma gibi bir tehlike altında yaşıyorlar gibi algılıyorum. Ve  üzmüyorum onları o parmaklıklar ardında gördüğüm için. Yine her zaman söylediğim gibi annelik öyle kolay bir şey değildir. Ve her evlenen çocuk yapacak diye bir şey yoktur. Önce annelik nedir değildir öğrenmeli çocuk yapacak insanlar. Öyle demir parmaklıklar ardından arkadaşı ile konuşmayı hangi çocuk isteyebilir ki Allah aşkınıza…

Bizim demir parmaklıklarımız olmadığı gibi balkon korkuluğunda dolaşırdık. Ellerimizi iki yana açarak minik göğsümüzü rüzgâra teslim ederek. Ve o özgür ruhumuz ki bizi şimdi ayakta tutan.

Ve sevgili okuyucularım. Sokak limoncusu geçiyor şimdi. Hemen yetişip bir külah almak istiyorum. Ama o garibim çocuklar imrenecek diye almıyorum. Yok, çocukların boğazı şişiyormuş, yok efendim hasta oluyorlarmış mikrop varmış falanda filan… İyi cam fanusa sokamadığınız can parçalarını demir parmaklıklar ardında  böyle koruduğunuzu sanın bakalım ne kadar koruyabileceksiniz sevgili anneler. Hepinize saygım sonsuz ve çok iyi biliyorum amacınız yalnızca korumak ama böylede olmaz ki canım bırakın bu çocuklar sokakta yuvarlanmayı öğrensin ayakları çizilsin giysileri  kirlensin. Ve sevgili okuyucularım yine ve her zaman sağlık, sevgi, birlik ve beraberlik içinde kalalım diyorum. Yase

H Ü Z Ü N

Sessizlik çökünce üzerine

hüzünde kaçınılmaz

gelir çöker yüreğine.

yumuşak karanlık geçmişi döker önüme

akar gözümden bir kaç damla

boynumdan göğsüme

Yase

Günün Şiiri

YENİDEN HÜZÜN

İşte yine can sıkıntısı

bana bir şiir yazdıracak.
Tırnaklarım uzamış,

İçimde yaralı bir aşk.

İçimde yaralı bir aşk

ve birkaç piyes ölüsü,
birkaç gözyaşı kırıntısı,

intihar gelgiti birkaç.

Sırtüstü uzandım dünyaya,

odamın ampülüne bakıyordum,
ampulün bağlı olduğu borunun

tavanda kıvrılışına.

Tavanda kıvrılışına

birkaç damla gözyaşının
birkaç damla tentürdiyot,
kalbim ağrıyordu,

 bir yaz günü düştüm sokaklara,

karanlık sokaklara düştüm,

bir yaz gecesiydi galiba,
ürpererek indikçe bayırlardan,

kimsesiz ve boş alanlara,

çaresiz, bomboş bir cesettim,

bir suyla dolu bir kova
olarak kalmışım dünyada.

Herkes kim bilir nerdedir-
şimdi? sevgilim…Kim bilir-
nerdesin?

Kalbim -ki bir gün durur-
var mıydı acaba?
Ölümü ve tuzlu
fıstıkları unutmadım,
bayat tuzlu fıstıkları.
Sarhoşlar kusardı bir de
ben varken orda. Dünya’da.
1965 yılında.

Bir savaş ve hüzün korkusuyla kahvelere dolardı insanlar

Sevgilim! Sevgilim!
“Kanayan yerim benim”
çürük yumurta, bayat pastırma
ve
bamya yenilen bir lokantada
mareşal fevzi çakmak, koca yusuf
dünya güzeli fatma
dostumdular.

Ben o şehirde yalnızdım
bunu kimseler bilemez
gidip gidip rıhtıma
dururdum.

Kör bir dilenci vardı, o da-
dostumdu, beni-
evlendirmek isterdi kızıyla.

Ben içimde bir acıyla
boyna bir resim yapardım.
Sarı kurdeleli kızlara-
hikayeler anlatırdım hatta
uzak dünyalar ve
albert aynştayn hakkında.
Onlar
uzun uzun susarlardı.
Güzelim kızlari Hürriyet-
gaztesi okurlardı
Ses ve Hafta.

Her şey o kadar birbirinin
aynıydı, hayat-
akıp gidiyordu sıkıntıyla.
Domino taşlarına ve
bir nehrin akışına benzeyen
cesur ve genç hayat. Akıp giden.
Kitapçı vitrinlerini
ve
alanları hızla eskiten-
hayat, bazen-
beni heyecanlandırırdı.

Yağmurlu, ıhlamur ağaçlı bir yolda
kocaman, eflatun, bir güneş
tıkanırdı gırtlağıma
onu karnıma sokardım.
Güneşi, göğsüme ve karnıma.
Akşam-
beni bulurdu bir koyda.
Kırlara doğru
koşardım bir bağırtıyla.

Az önce ıslanmış kırlara,
serin ve bereketli,
her zaman bağışlayan,
o taze, ve hüzün-
anası kırlara…

Sevgilim! Sevgilim
Gece-
yürüyor,
Dünya-
yürüyor ordularla.

Kitaplarla ve matbaacı-
çıraklarıyla. İçimde-
bir dağ çeşmesi akıyor…
Sabah oldu oluyor anında-
eski, külüstür, kömür-
yüklü sarı bir kamyonla
yanında durmuştuk, orman-
battaniyeliydi hala.
Bir hastane odasında-
sabaha karşı, yaralı-
bir onbaşı gibi uyuyordu.
Sabaha-
karşı bir hastane odasında-
aklıma çanlar geliyor.
Bir adam-
kesik çocuk başları satıyor.
Yeniden
hüzünle başlıyorum bir ROMAN

Ataol BEHRAMOĞLU

Güzel Sözler

Beni bende demem, bende değilim

Bir ben vardır bende, benden içeri.

Nereye bakar isem dopdolusun

Seni nereye koyam benden içeri.

Yunus  Emre

Ey aşk delisi olan,

Ne kaldın perakende

O seni deli kılan gene sendedir sende

Yunus Emre

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here