Bir Öykü Hayatın İçinden

1
33

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Her ne kadar korona hanımın egemenliğinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlamışsak da tedbiri elden bırakmamak gerekiyor kesinlikle. Ve bu salgın kadim zamanların salgınlarını çağrıştırınca günümüzden ve kadim zamandan esinlenerek bir öykü oluştu dağarcığımda. Ve paylaşmak istedim sizinle inşallah beğenirsiniz. Sonunu bende beğenmedim ama yapacak bir şey yok valla ama değiştirmek isterseniz değiştirebilirsiniz.

Ve şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım ayrımsız, gayrımsız sevgili okuyucularım… Yase

& & & & &

Alişya

Kadim zamanların birinde, deniz aşırı bir şehirde Alişya diye bir kız yaşardı. Şehrin en büyük ailelerinden birinin kızı; erkek gibi yetişmiş hanım efendi gibi eğitilmiş, Arapça, Fransızca, Latince bilir, dikiş nakış, yemek yapar, çok çalışır hiçbir şeyden yüksünmezmiş. Gümrah uzun siyah saçları, menekşeler gibi menevişli iri çekik gözleri, alnına doğru uzanan yay kaşları, pürüzsüz süt gibi beyaz yüzünün sol yanağında derin bir gamzesi varmış. Boylu poslu, selvi gibi esnek, çiçek gibi narin, on beşini yeni bitirmiş, sevgi dolu bir kızmış Alişya.

Evlilik çağına gelince, bütün cemaatin erkeleri peşine düşmüş; annelerini göndermişler kızı istemeye ancak o hiçbir teklifi kabul etmemiş. “Evlenmeyeceğim” demiş “hele hele bu yaşta hiç.” Zaman geçmiş reddedilenler defalarca yeniden gelmiş, defalarca aynı yanıtı almış. Sonunda ondan on yaş büyük, başka bir şehrin en büyük ailelerinden birinin oğluna “evet” demiş bilinmez neden? Onu ne görmüşlüğü vardı ne de tanımışlığı “on yaş büyük” demiş annesi ama o “yok iyi” demiş. Kadim zamanda iki şehir arasında hem deniz yolu hem de karadan pasaportla giriş çıkışlar yapılıyormuş. Erkeğin ailesi zengin, görmüş, geçirmiş, şehrin ileri gelenlerindenmiş. Aile özel bir vapur kiralayarak Alişya’yı telli duvaklı deniz yolu ile şehre getirmişler, kızın ailesi,  akrabaları iskelede el sallayarak, gözyaşları arasında onu yolcu etmiş. Halk gelini görmek için sahile hücum etmiş; Alişya beyazlar içinde çok görkemli ve güzel görünüyormuş. Halk onu alkışla, konfeti ve gül yaprakları ile karşılamış. Sonra süslenmiş fayton arabalar sahilde uzun bir tur atarken yol kesen çoluk çocuklara beyaz şekerli leblebiler ve kese kese altınlar dağıtılmış. Daha sonra bütün ailenin bir arada yaşadığı denize yakın iki katlı bahçe içindeki ahşap konakta yaşamaya başlamışlar.

Alişya önce yeni yaşamını yadırgamış, ailesini özlemiş ancak daha sonra alışmış, kocasını sevmeğe başlayınca da önceden yaşadığı şehri ve annesini daha az düşünür olmuş. Kocası da onu çok sevmiş. Ve bir gün kocasından at istemiş “şöyle genç bir kısrak olsun” demiş. Kocası ona safkan bir Arap atı hediye etmiş. Ama bu hediye evde hoş karşılanmamış. Kaynanası kızmış, kayınbabası “olmaz” demiş. Ama o kimseyi kırmadan, incitmeden olmazı oldurmuş. Kocasının uzak diyarlardan getirttiği külot pantolonu, dizlerine kadar gelen mahmuzlu deri çizmeleri giydiği gibi kısrağına atlayıp ufak bir tura çıkmış.  O, atının üzerinde dimdik vakarla sokaktan geçerken bütün pencereler açılmış, başlar dışarı sarkmış, duyanlar duymayanlara, görenler görmeyenlere onu göstermiş. Bazıları gıpta etmiş, bazıları kıskanmış “Fransız zabitler ortalıkta dolaşırken nasıl bu şekilde giyinir nasıl ata biner?” diye dedikodu bile yapan olmuş. Ama o her şeyden habersiz -yâ da haberli- atını mahmuzlamış uzak köylere kadar hiç durmadan dörtnala gitmiş her gün… Önce yadırgamışlar köylüler bu güzel ve cesur kadını “nasıl kocası var bunun” demişler “onu böyle serbest bırakmış?” Kocasının topraklarında çalışan ırgatlar onunla iş yapmak istememiş “git kızım baban gelsin” demişler. Ama o hiç oralı olmamış. En ince, en zarif haliyle onlarla konuşmuş, iş buyurmuş, yardım etmiş. Kaynanası oğluna çok kızmış “insanlar hakkımızda konuşuyor” demiş.

Alişya’nın kocası şehir merkezindeki işleri dolayısı ile köydeki arazilerin işlerini ihmal ettiğinden Alişya’nın bu işlerle ilgilenmesi aslında önceleri kızsa da sonraları kocasının hoşuna gitmeye başlamış, bu yüzden annesine sakin olmasını söylemiş.

Alişya bahçelere sulama havuzları yaptırmış, yeni fideler ektirmiş, değişik sebze, meyve yetiştirmiş.  Gündüz arazilerde dolaşıp işleri yakından takip etmiş. Geceleri de gaz lambasının ışığında kitap okumuş. Sonunda ona alışmış ırgatlar, köylüler ve bütün şehir.

Zamanla çocukları olmuş, iki tane inci tanesi gibi. Onları büyütürken bir taraftan da ata binip işçileri denetlemeyi ihmal etmemiş Alişya.

Alişya, Mum, Gece - Ayna Hikayesi

Ama bir gün yorgun gelmiş. Kendini iyi hissetmiyormuş. Bu tanıdığı bir duygu değilmiş aslında!  Çocuklarını doğururken bile kendini bu kadar yorgun ve halsiz hissetmemişti. Belli ki durum başkaydı; elini bile kaldırmak için enerjisi yoktu! İki gün yatmış. Ev halkını telaşlandırmamaya çalışarak… Üçüncü gün kalkmış ama dizine yakın bir yerde çıbana benzeyen bir şey görmüş, etrafı nar gibi kızarmış, ortası minik bir top gibi iltihaplı bir çıban! Hiç ayrımında olmamıştı oysa bedeninde habersizce oluşan bu şeyden! Buna rağmen telaşlanmamış, parmağı ile onu okşayıp yine uzun mahmuzlu çizmelerini giymiş atına atladığı gibi dörtnala bu kez nereye gittiğini bilmeden gitmiş, garip bir önsezi ile “belki mahşeredir bu gidiş” diye söylenmiş kendi kendine.

Daha sonraki günler ayağındaki çıban büyümüş, sulanmış, sulandıkça da yayılmış.. Ağrısı da cabası… Doktorlar gelmiş. Kuşkuyla! Tahliller yapmış. Tanı korkunçmuş! Alişya kadim zamanların, kadim bulaşıcı hastalıklarından birine tutulmuş! 25 yaşındaymış daha. Melekler ağlamış, yer gök surat asmış, evde “çıt” çıkmamış. Bütün diller lal olmuş, bütün yürekler kızgın korlarla dağlanmış, tonlarca ağırlaşmış. İlk şok geçtikten sonra düşünmüş kocası ve evdeki erkek milleti. Hastalığı bildirmek zorundaymışlar aslında yetkililere. Bildirmemek demek, eğer duyulursa ceza almak demekmiş, bildirmek ise Alişya’yı hastalığın üzerine yeniden ve daha yoğun olarak kahretmekmiş . Buna razı olmadılar. Büyük anne “ben bakarım” demiş gelinime zaten yaşımı başımı aldım, bulaşırsa hastalık bana bulaşsın!”

O zaman yaygın bir hastalık olan bu uğursuz illet titizlikle herkesten, evdeki çalışanlardan ve çocuklardan özellikle gizlenmiş. Maazallah bir duyulursa kesinlikle cezalandırılmanın dışında Alişya’da evden gitmek zorunda kalırdı. O sefil toplama kamplarını aratmayan tecrit mekânlarına. Evin en ücra köşesindeki bir odaya taşımışlar onu büyük bir titizlikle… Evdekilere ince hastalık demişler. Evin dışındakilere de memlekete annesinin yanına gittiğini… Yediği içtiği kaplar ayrılmış, yatakları, yorganları, çamaşırları da her gün kaynatılarak yıkanmış.  Alişya çok üzülmüş, kahrolmuş ama ağlamamış, sızlamamış, şikâyet etmemiş… “Neden?” diye sormamış. Çocuklarını yalnız uzaktan görmüş, buna da katlanmış bir gün onları doya doya kucaklamayı dileyerek. Büyük anne de onunla birlikte kalmış. Ona çok güzel bakmış, yaralarını temizlemiş, ilaçlamış, aklamış, paklamış. Ona hiç duyulmamış, yaşanmamış masallar anlatmış. Gelini uykuya dalınca da gizlice siyah çarşafına bürünüp dağlara bahçelere gitmiş, değişik tohumlar, otlar, bitkiler toplamış sonra onları kimsenin görmeyeceği bir köşede ayıklamış, işe yarayanları ayırmış, macun haline getirip kavanozlara doldurmuş. Gelininin incecik bedeninden beslenmeye çalışan milyonlarca mikrobun üzerine her gün içinden dualar ederek usulca sürmüş. Merhemler, okuyup üflemeler zamanla çok iyi gelmiş Alişya’ya; yaraları yavaş yavaş kapanmaya başlamış, ateşi düşmüş hatta iştahı açılmış. Ev halkına sürpriz yapacaklarmış, gelin kaynana yüzlerinde çiçekler açmış. Yarasız, beresiz haline bakıp şükredeceklermiş hep birlikte… Belki büyük annenin macunları, ilaçları birçok hastaya iyi gelecekti bundan sonra? Ancak, onları da bir sürpriz bekliyormuş, hem de çok kötü bir sürpriz!  Uzun zaman yalnız kalan kocası evlenmiş, eve gelin getirmiş sessiz sedasız! Alişya bunu duyunca çok üzülmüş, kahrolmuş. İşte o zaman ne gizlice getirilen ilaçlar, ne büyük annenin merhemleri, okuyup üflemesi fayda vermez olmuş. Çok geçmeden de hiç açmamak üzere gözlerini kapatmış dünya güzeli Alişya… İki damla gözyaşı asılı kalmış kirpiklerinde, görenler söylemiş.

Kadere bakın ki atını da aynı gün yılan ısırmış, onunda kirpiklerinde iki damla gözyaşı asılı kalmış… Büyükanne Alişya’nın öldüğünü görünce o da yanına uzanmış, hastalık aslında ondan da beslenmiş o da öldüğünde gözlerinde iki damla gözyaşı asılı kalmış!
15.06. 2021 / Yasemin Tümkaya / İskenderun

Günün Şiiri

Gitmelerin Mevsimi
Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun…
İstemek de güzel
Can YÜCEL

Günün Sözü

Sözcüklerin gücünü anlamadan insanların gücünü anlayamazsınız.
Conficyus

1 YORUM

Öner Çetinkaya için bir yanıt yazın Cevabı iptal et

Please enter your comment!
Please enter your name here