Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Ülkemiz ve dünya allak bullak. Neyi paylaşamıyor bu ölümlü insanlar anlamak mümkün değil. Neden o kadar zor kendinden başkasını kabul etmek? Oysa bir nefeslik canımız var bu güzeller güzeli ama bizim kan revana çevirdiğimiz dünyada. Somali’de onlarca, yüzlerce cana mal olan nedeni vahşetten başka bir şey olmayan patlamalar. Mehmetçiklerin Suriye’ye girmesi Kerkük’teki gerginlik… Derken dünya, üçüncü dünya savaşının eşiğine getirildi. Oysa aynı dünyada harikalar yaratılıyor. Teknolojide çağın ilerisinde insani ilişkilerde ise çağdışıyız. Bu yüzden hala birbirimizin inancını, mezhebini, etnik kökeni ile araştırıyor, aşağılıyor, hakaret ediyoruz. Birbirimizi incitip karalıyoruz. Acaba birilerini karaladığımızda ne kazanıyorsunuz? Değiyor mu acaba gönül kırmaya?
Ne demiş Yunus Emre;
Bir Kez Gönül Yıktın İse
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yummaz değil.
Ama bizler unutmuş gibiyiz gerçek değerlerimizi.
& & & & &
Ve Bir Baba’nın çocuğuna öğütleri ile devam ediyoruz. Çoğumuza iyi geleceğini düşünüyorum ve Unuttuğumuz bazen kulak arkası ettiğimiz öğütleri yeniden duymak her zaman her yaşta iyi olur zahir?
Oğlum! Cesaretli ol! Hayatına geri baktığın zaman yaptıkların için değil, yapmadıkların için üzüleceksin. İyi bir evliliğin iki şeye bağlı olduğunu sakın unutma: Birincisi doğru insanı bulmak, ikincisi doğru insan olmak. Kaplumbağa bile başını çıkarıp önünü görmeden ilerlemez, sen de daima önünü görerek yürü.
Mutluluk arayan kadın, boynundaki elmasından çok, masadaki güllere bakar. Herkese karşı “Teşekkür ederim” ve “Lütfen” sözcüklerini çok kullan. Eğer hayatında hiç başarısızlık yoksa, hiç risk almıyorsun demektir. İyi bir arkadaş senin kendine verebileceğin en değerli hediyedir.
Arkadaşının alnındaki sineği öldürmek için tabanca kullanma. Eskiyebilirsin, bu doğaldır, ama sakın köhneleşme, paslanma. Bir mesleğin hilelerini öğrenmek yerine, o mesleği iyi öğren. Çocukların, adalet sözcüğünü duyduğunda seni hatırlasın. Güç, sahip olduğun mallarla ilgili değildir, unutma!
Çocuklarla oyun oynarken kazanmalarına izin ver. Sadece gözden çıkardığın kitapları emanet ver. İyilik dolu bir sözü ve iyiliğin etkisini unutma. Kaybedecek şeyleri olmayan insanlardan kork. Biri seni kucakladığında ilk bırakan sen olma.
Başkalarını suçlamak yerine sorumluluk al. Her gün altı bardak suyunu içmeyi unutma. Kendini ve başkalarını bağışlamasını bil. Sevinçlerini ve müjdelerini erteleme. Olumsuz insanlardan uzak dur.
& & & & &
Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş. “Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum” demiş.
Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı “Olur” demiş çekine çekine. Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş, hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. “Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vereceksin bana” demiş oğluna.
Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş… Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına.Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş.
Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu. Yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve
çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş.
Sonra oğluna dönüp sormuş: “Ne görüyorsun?”
Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış. “Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış. Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış. Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler sonunda da öyleler…”
Sonra asıl tavsiyesine sıra gelmiş: “Evlilikte aşk ve şefkat birlikte olmalıdır. Aşksız bir evlilikte her iki eş de şu gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler, pörsütürler. Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de, şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar. Aşkın da şefkatin de olduğu bir evlilikte ise, şartlar ne olursa olsun, eşler tıpkı şu kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kendi kişiliklerini yitirmezler. Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle baş başa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler.”
Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa benziyordu.
“Asıl ders bu değil!” dedi baba. Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları gösterdi. “Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak… İkisinde de bir tat yok.”
Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşalttı. Mis gibi taze kahve kokuyordu.
Fincanı oğluna uzattı. “İçmek istersin herhalde” dedi. Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü.
“Kahve çekirdekleri gibi birbirlerini tüketmeyen eşlerin paylaştığı yuva da işte böyle olur. Mis gibi, temiz ve huzur verici. Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi… Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını, kokularını ve renklerini katmayı başarırlar.”
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım hayırlısı ile sağlıkla, sevgiyle her zaman birlik ve beraberlikle kalalım ayrımsız gayrımsız bütün ayrım ve gayrımlara inat. Yase
Günün Şiiri
Karla Gelen
geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden sorular düşüyordu hiç durmadan.
nasıl da kalabalıktın sen; bütün kollarımla
sarılıyordum da vücuduna, kapıda kalıyordu
yine de bir yarın… ilk o zaman anlamıştım
bu eve fazla gelen bir yanı vardı bu buluşmanın
ve daha o geceden belliydi, aşkımızın
boyumuzu aşan yüzlerce ayak izinden
ve kar sıcağı sorulardan yapıldığı.
alıştığımız bir şey değildi oysa, karda tipide
sulara düşmek bir ateşin ağzından,
yeni bir ejderha oluvermek buzul çağında
ve ansızın çatlatabilmek zamanı
en ağır yerinden.
yüreğini düşürmüş binlerce sevgiliden
kopuşa kopuşa mı buluşmuştuk seninle,
beynindeki canavarı mı öpmüştük
kentin bütün “kitap yüklü merkepler”inin?”
ne çok avcı yağmıştı gözlerinin peşinden
ve ne çok çığ dayanmıştı kapımıza.
görmüşlerdi seni saksofon çalar gibi öptüğümü
ve yıllarca düş kırıklığı toplayan şairin
yerin altında artık bir aziz
kent maketi kurduğunu.
o gece ilk defa, aşkın bu kente
yenilmediği bir yerdi sokağımız.
ahlak masasına yatırılmış ömürlerden
çılgın saatler çalıyorduk çünkü hiç çekinmeden
ve bir gecede kimbilir kaç bin yıl yaşamıştık
unutulmuş bir uçurumu emzirirken.
lanetlenmiş yüksek tansiyon vakitlerinde
kalbimiz ancak bu kadar hızlı koşabilirdi
ve az kalsın yanıt verecekti durgun sulardan:
nedir çocuk ölmek her şey yaşlanıyorken.
gelişin çünkü kutsal bir okyanusu
yutmak istemesiydi iki küçük balığın;
kapı kolu, ip ve korkudan ibaret bir öyküyü
yere çalmasıydı çürük diş şövalyelerinin.
sen beni tuzlar kadar sevmiştin,
ben seni karlar kadar, sevgim sevginde erimiş
sevişmiştik, erimiştik kaynar sulara.
oysa bilirsin nicedir
bir yağmur bedduasıydı aşklar
ve her şey ne kadar da aşağılıktı.
geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden gözlerin düşüyordu hiç durmadan,
kar sıcağı sorular kadar tehlikeli gözlerin.
ne kadar güzeldin, bütün resimlerin ve eşyaların
sözünü kesiyordu yüzün. bedenin dolusu
karadeniz kokuyordun… sendin elbet hayatın
altımdaki iskemleye vurması yakın bir ânında
kirpikleriyle ipimi kesen peri; soluğunu
tehlikeyle sıvayan kadın.
gözlerin her şeyi değiştirebilir miydi?
salıncağa binmiş bir zerre gibi kim bilir
kaç kez esrimiştim inanabilmek için buna.
ve yalnızca kellemi değil, bütün bir
bedenimi almıştım koltuğumun altına.
donmuş kan damardan kovulmalıydı çünkü
“böyle olmalıydı ve oldu işte.”
tabulardan koleksiyon kurmuş bir kent için
elbette ki toplumsal bir sorundu kalbin.
bütün avcıları peşine takacak kadar
çok sevmiştin çünkü uçmayı, yasaklı
serüvenler getirmiştin. ve nasıl da kalabalıktın
bu eve fazla gelen bir yanın vardı senin,
bütün kollarımla sarılıyordum da vücuduna
kapıda kalıyordu yine de bir yarın.
belli ki toplamadan gelmiştin ayak izlerini,
kilitlenmiş adımlarla örtülü bir kente
yalnızca kabına sıkışmış bir kıpırtı
kalmasın diye eyleminden…
o gece anlamıştım: her yerinden yüreği
taşan bir kadındır bir şaire gereken;
bir karla gelendir, bir kardelen.
Devrim DİRLİKYAPAN