Aslında Küfürbaz mıyız Biz?

0
56

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Havalar kaplı ama havayı hatta kuraklığı kafaya takan yok bu günlerde. Varsa yoksa siyaset konuşur herkes bilen bilmeyen. Yorumlar ve küfürler havada uçuşuyor, kulaklarımı tıkayasım geliyor duymamak için küfürleri ama hep gafil avlanıyorum. Atölyemdeyim biraz çalışmak için indim. Ve sokaktan geçenlerin sakınmadıkları sesleri kulaklarıma direk geliyor. Fikirlerini, görüşlerini ve duyduklarını birbirlerine anlatmalarını dinliyorum ister istemez.

Eskiden kadınlara dedikoducu derlerdi ama hayır bu bir iftira, erkekler daha çok dedikoducu ve küfürbaz. Kardeşim  atölyemin önünde duruyorlar ve saatlerce konuşuyorlar bu yüzden biliyorum. Tam düzgün bir söz çıkıyor birinin ağzından diğeri tamamlıyor. Zaten  millettin a…. diye… Yeminle çıldıracağım ya. Yürüyüşte aynı küfürler sokakta aynı küfürler. Ve devam ediyor işte o ya da bu da böyle diyor, diye ama kendisi dolu, dolu çıkarıyor ağzından sokağın tam ortasında kendi kendinin  ayrımında olmuyor ve söyleyenlerden  ne farkı kaldı bunu bilmiyor.

Kan beynime sıçrıyor  ve bu yüzden suç duyurusunda bulunuyorum valla bendenize bir şey olursa bu terbiyesiz adamların konuşmalarından olacak. Kalkıyorum yerimden fırçam düşüyor kot pantolonumda kocam bir yağlı boya lekesi  oluyor aldırmıyorum. Dik, dik bakıyorum anlasınlar ve kapının önünden ayrılsınlar diye. Mesajı almıyorlar çünkü çok dalmışlar konularına sonunda atölyeyi kapatmak bana düşüyor. Bırakıyorum her şeyi çıkıyorum yukarı. Ya biz ne zaman bu kadar küfürbaz olduk? Bu garip maganda kılıklı yaratıklar parasız paralı nerden alıyorlar bu dil özgürlüğünü? Biz bir kelime yazmak için bin bir kez düşünmek zorunda kalıyorken kimseyi incitmeyelim kırmayalım diye. Bunlar nasıl böyle uluorta küfredebiliyorlar? Bence “alo küfür” hattı  açılmalı. Ve cezası çok ağır para cezası olmalı. Bakalım küfredebiliyorlar mı artık öyle.

Bu sabah çok sinirliyim valla bu yüzden. Bu millette yapılan küfürleri  duymuştum kulağımla ama  bu sabah  meali ile bütün açıklığı ile sakınılmadan telaffuz edildi ki  lal oldu dilim. Karardı gözlerim  gözlerle öldürmek mümkün olsaydı karşımdakiler ölebilirdi yani. Eskiden olsa “Allah akıl versin” derdim  ama şimdi “Allah’ım bana sabır” ver diyorum. Çünkü koskocaman adamlar bu kadar fütursuzsa, zaten bu yaştan sonra akıllanmaları da olanaksız. Bari bendeniz sabrımı koruyum onlara karşı. Silahım bu olsun.

Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım diyorum ama bu ortamda nasıl sağlıklı kalınır  bilmiyorum. Yase

Şubat Güneşi

Can “Çok zayıfladın, benim yüzümden okulu da bıraktın, lütfen hatırım için kendine iyi bak” diyordu Zeynep’e. “Aşk olsun ne zamandır şişko kızlardan hoşlanır oldun? Bir kilo alsam batardı gözüne şimdi ne oldu?” diye yanıt veriyordu. Üzüntüden çatallaşan sesiyle… Gittikçe sabrının sonuna geldiğini hissediyordu. Üzüntüyü ertelemekten, gözyaşlarını içine akıtmaktan yorulmuştu. Can uykuya daldığı zaman kendini banyoya atıyor, banyo taburesine oturup hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu. Yüzü gözü şiş banyodan çıktığında bu kez Can’ın annesini avutmaya çalışıyordu. Kadın tek oğlunun bu amansız hastalığa tutulmasını bir türlü anlayamıyordu. Zeynep hem onu hem de Can’ın babasını idare etmek zorunda kalıyordu.

Can hasta olduğundan beri Zeynep onların evinde kalıyordu. İlk günler çok gelen giden olmuştu. Can’ı bütün tanıyan tanımayanlar, duyanlar koşup gelmişti. Ancak hastalık ilerlediğinde  yavaş, yavaş kalabalık kesildi. Arada bir kapıdan içeri girmeden durumunu soruyordu arkadaşları. Can kimseyi görmek istemiyordu çünkü. Evde yoğun bir matem havası esmeye başlamıştı artık. Herkes kısık sesle konuşuyor. Ev halkı nefes almaktan korkuyordu. Evde yemek pişmez olmuştu kimse ağzına bir şey almak istemiyordu. Komşuların gönderdiği yemek paketleri açılmadan mutfak masasının üzerinde duruyordu.  Komşuların iki yaşındaki çocuklarını Can çok severdi. Çocuk badi, badi yürümeye eli ile bisküvi tutmaya başlamıştı. Zeynep’te  çocuğu çok seviyordu ama artık onu getirmemesini söylemişti annesine. Çünkü çocuğun badi, badi yürüyüşünden, ellerini kullanabilmesinden rahatsız oluyordu. Bu yüzden kendinden utanıyor Allah’tan böyle düşündüğü için defalarca özür diliyordu. Yine de Can bu durumda iken elini ayağını bedenini kullanamıyorken bebek bile olsa yanında kimsenin salınıp yürümesini istemiyordu.

Üzüntüden aslında saçmaladığını düşünüyordu ve sesi soluğu kesiliyordu bu yüzden. Artık okula gitmiyor ders çalışmıyor, kitap  okumuyor, annesinin, abisinin mezarını ziyaret etmiyor. Sokağa bile çok zorunda kalmazsa çıkmıyordu. Abisini kaybettiğinde gelenler “Allah bu acıyı unutturmasın” diyordu. Başsağlığı dileklerinin yanında… Zeynep bir türlü bu sözün ne anlama geldiğini çıkaramamıştı. Kimseye soracak zamanı da olmamıştı. Ama abisinden  bir yıl sonra annesini kaybettiğinde anlamıştı bu cümlenin ne anlama geldiğini. Ve şimdi Can’ı kaybetmek üzereyken canının yarısı abisinin ve annesinin acısı uyuklamaya başlamıştı yüreğinde. Demek bir acıyı unutturacak şey ondan büyüğü ya da başkası. Çocuğun odasında hayalet gibi dolaşıyorken bunu düşünüyordu. Gecesi gündüzüne karışmıştı. Son bir gayretle kütüphaneden aldığı bir kitabı okumak için Can’ın odasına girmişti o gün.  Güneş batıyordu, son ışıkları Can’ın yattığı yatağın üzerinde ipileşiyordu. Gökyüzü turuncuya boyanmıştı, perdeleri ardına dek açmıştı Zeynep.  Can öylece yatıyordu. Gözlerini tavana dikmişti. “Kas zafiyeti önce bir kas grubundan başlar, yavaş, yavaş diğer kas gruplarına yayılır. Kaslardaki iş görememenin derecesi ve hastalığın ilerleyişi hastadan hastaya değişir”  demişti doktor. Gerçekten hastalık Can’da çok hızlı ilerlemişti. “Ve solunum kaslarının giderek daha fazla etkilenmesi ve buna bağlı solunum güçlüğü hastalıkta gelinen son aşama olur” demişti doktor. Zeynep hepsinin teker teker gerçekleştiğini görüyordu şimdi solukları da  hızlanmıştı, hırtlı gibiydi nefes alışverişi.

“Can bak ne buldum,  çok eski bir kitap okumamı ister misin?” Hiç yanıt gelmemişti Can’dan. İki gün önce oturabilen çocuk şimdi, oturamıyor, yan dönemiyordu. İyice süzülmüş zayıflamıştı. Ama o harikulade gözlerindeki pırıltı hiç yitmemişti. Zeynep o parlak bakışlara güveniyordu. Fakat bugün Can’ın   gözlerindeki o parlak ifadeyi boşuna aramıştı. Sanki ışığı sönmüştü gözlerinin. Hiç duymamış gibiydi Zeynep’i hatta odaya girdiğinin bile ayrımda olmamıştı. Hırıltıları Zeynep’in kalbine bıçak gibi saplanmıştı.

“Bana bak Can” demişti sıkıntıyla “Lütfen bana bak” Ağlamamak için kendini güç tutmuştu.. “Bak kaç gündür tıraş olmadın, sakallarında uzamış hadi bana dön tıraşını yapalım sonra kitabımızı okuruz, harika bir kitap sana okumak istiyorum” demişti.

Çocuk tepki vermiyordu. Tıraşı uzamış nazik yüzünde dudaklarının kenarında iki derin çizgi oluşmuştu. Zeynep, ellerini kullanamaz duruma gelince tıraşını her gün kendi yapmıştı. Buna izin vermişti çocuk. Eğleniyorlardı bu işi yaparken. Zeynep ilk günler baya kanatmıştı yüzünü fakat sonra iyice alışmıştı. “Sen kalk birlikte berber dükkânı açarız” diye şaka yapıp gülmüşlerdi. Fakat iki günden beri, bütün neşesini, yaşam arzusunu yitirmiş gibiydi çocuk. Tıraş olmakta istemiyordu artık. Zeynep iki gündür neler yapmış neler okumuş ne diller dökmüşse de çocuğa ulaşamamıştı. Tepki vermiyordu. Delikanlıdan çıt çıkmıyordu. Gözleri bir noktada dudakları gergin sımsıkı kapalı öylece duruyordu.

Zeynep sonunda kendini kaybedip çocuğun tahta gibi göğsüne kapanarak hıçkıra, hıçkıra ağlamağa başlamıştı. Bunca zaman içinde biriktirdiği gözyaşları nihayet zincirlerini kırarak çağlaya, çağlaya dökülüyordu gözlerinden Kız artık hiç bir şey düşünecek durumda değildi. Tahammülünün son kırıntılarını da tüketmişti… Hiç susmayacak gibi ağlıyordu. Delikanlı neden sonra hafif uzaktan gelen hırıltılı  bir sesle “lütfen ağlama” diyebilmişti… “Beni çok üzüyorsun” kızın saçlarını okşamak için bir hareket yapmak istemiş ama becerememişti. Bir milim kıpırdatamıyordu kendini. Bu ona inanılmaz bir acı veriyordu. Doktor, “Hastalıkta genel olarak duyular, kalp kası zarar görmez. Göz kasları çoğu kez en son etkilenen kas olur, kimi zaman da hiç etkilenmez” demişti. Zihni yetenekleri de normaldi, hatta çok iyiydi. Bu yüzden çocuk çok üzülüyordu. Aylardır yanında olan kıza tam şu anda sarılıp onu teselli etmek istiyordu ama elini bile kaldıramıyordu. Yinede bir umutla gayret etmişti ama bedeni acıyla kavrulmuştu adeta.

“Lütfen yapma Zeynep bak çok üzülüyorum canım” diye inlemişti. Kız bu yakarışa bile aldırmadan ağlamıştı. Can konuşmaya devam etmiş peltekleşen bir dille, “Bugün dedemi gördüm rüyam da bana yeni bir kimlik çıkarmış hadi gel diyor, duydun mu beni Zeynep ona gideceğim kavuşma zamanı artık…” Can çekişir gibiyiydi ama gülümsüyordu yinede… Arkası Yarın

Günün Sözü

Yeniden Doğuş

Yıllardır kimse bakmadı bahçeye. Ama işte

Bu yıl- mayısta mı haziranda mı –yeniden

Çiçeklendi kendiliğinden.

Parmaklıklara kadar dirildi- binlerce gül,

Binlerce karanfil, binlerce sardunya,

Binlerce kokulu  burçak-

Mor turuncu yeşil sarı,

Renk renk kanatları- öyle ki eski süzgeçli kovasıyla

Yeniden sulamaya çıktı kadın- yine güzel,

Dingin, belirsiz iyilikli bir güven içinde.

Ve bahçe örtü kadını

Omuzlarına kadar, kucakladı onu, tam kazandı onu,

Havaya kaldırdı, O zaman gördük güpegündüz,

Bahçe ile süzgeç kovalı kadının ağdığını gökyüzüne

Ve böyle yukarılara bakarken biz, süzgeçten birkaç damlan su

Damladı usulca yanaklarımıza çenemize.

Dudaklarımıza

Yannis RİTSOS

Günün Sözü

Güzel konuşmak için bir tek yol vardır; dinlemeyi öğrenmek.

Christopher Morley

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here