“Üzüldüysen Üzdüğün İçindir” Mevlana

0
140

Günaydın sevgili okuyucuları nasılsınız bu sabah? “Bülbülün çektiği dilinden” derlerdi büyüklerimiz. Zavallı bülbül neşeyle şakıdığı, yaralı gönüllere ilaç, sanatçılara ilham, kulaklara ziyafet olduğu için çekmiş  ne çekmişse. Şimdi bence bülbüller şakımıyor artık. Ama iki kelimeyi bir araya getirenler konuşuyor, konuşuyor ve her söz bir taş, bir mermi, bir bıçak gibi saplanıyor yüreklere. Bülbül yaratılışın gereği şakıyor. Bunlarda yaratılışların gereği sözleri silah yapmış savuruyor. Kimseye kızamıyorsunuz. Herkes kendi yaratılışın gerekenlerini yapıyor. Şu anda bendenizin yazısının da kendi yaratılışına uygun olduğu gibi… “Söz gümüşse, sükût altın” sözü de tarih. Uzun zamandan,  beri, “Önce  üslup” diyen Rahmet İsmail Cem de bu sözü ile artık anılmaz oldu.

Hala bu sözlere inananlar ise bu konuşulanlardan büyük yaralar alıyor. Kimsenin umurunda olmuyor. “Üzüldüysen üzdüğün içindir” diyen Mevlana’yı düşünüyoruz o zaman ve “duruşumuz bunca üzüyorsa, üzülmemiz kaçınılmaz” diyoruz. Ve sırf duruşumuzdan üzdük ve bu yüzden üzüldüysek, üzüntüyü kutsal bir emanet gibi taşırız o zaman. Başımızın üzerinde.

& & & & &

Ders olacak bir  hikayecik… Arkadaşım dün her zamanki yerinde ayakkabılarını her zamanki boyacısına boyattırmak için gitti. Aslında evde boya takımları var ve bu işi rahatlıkla kendisi yapıyor ancak hafta da en az iki kez de dışarıda boyattırmayı alışkanlık yapmış “bütün işleri biz yaparsak bu işleri yapanlar ne olur” düşüncesi ile güzel bir düşünce. Ama ondan güzeli boyacının tavrı ve yaklaşımı, “ağabey” demiş. “Ben bu gün siftah ettim ama arkadaşım hala siftah etmedi ona boyattırsan”

Yorum yapmaya gerek var mı?!! Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle her zaman birlikte ve beraber kalalım sevgili okuyucularım. Yase

Çok Beğendim Paylaşmak İstedim…

Pasta

Fırına geldiğimde, ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı; “Biraz bekleyeceksin hocam” dedi. “İki üç dakikaya kadar çıkarıyorum”

Kenarda ki tabureye oturup beklemeğe koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş paltosunun sol yaka altında bir madalya parlıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selam verdikten sonra; “Ekmeklerimi alayım” dedi. “Benim ikizler acıkmış.”

Fırıncı adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgahın altına eğildi. Ve bir gün önceden kalan ekmeklerden dört beş tane koydu. Ekmeklerden bazılarının altı yanmış, bazılarının şekli değişmişti. Yaklaşıp fırıncıya sordum. “-Neden taze ekmek vermiyorsun? Biraz sonra çıkacak ya!”

Fırıncı; “-Bozuk ekmekleri kendisi istiyor” dedi. “Çok fakir olduğundan ona yarı fiyatına veriyorum.”

“-Kim bu adam diye sordum.”

“-Kore gazilerinden dedi.  Oğlu ile gelini bir trafik kazasında vefat edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor hem çok az bir maaşla.”

Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını algılıyor ufak olsa da bir şeyler yapmak istiyordum. “-Bu seferlik farkı ben vereyim” dedim. “Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.”

Fırıncı teklifimi kabul etti ve biraz sonra fırından çıkan taze ekmeklerden büyük bir umursamazlıkla adamın torbasına yerleştirmeğe başladı. Bir taraftan da “Çok şanslısın hacı amca” dedi. “Çocuklar için sana bugün pasta gibi ekmek vereceğim”

Yaşlı amca bir evlat gibi sevgiyle kucakladığı ekmek torbasını göğsüne bastırarak; “-Allah senden razı olsun evladım, dedi. Bu günün onların doğum günü olduğunu nerden anladın?”

Şubat Güneşi

Yüreğimin İnce  Sızısı

Zeynep’i az kalsın o dolu kafayla yağmur altında eve dönerken fark etmeyecekti. Aniden önüne sıçrayan köpek olmasa. Köpeğe çarpmamak için fren yaptığında Zeynep’i fark etmişti. Aslında Zeynep’i eve bıraktıktan sonra onu çok düşünmüştü.  İstanbul’daki otogarda otobüse binerken sımsıkı sarıldığı genç insanı aklından çıkaramıyordu. Kız ona sımsıkı sarılmıştı ve otobüs kalkana kadar öylece durmuşlardı. Otobüs hareket ederken zorla ayrılmışlardı, kız gülüyordu ama daha çok ağlıyor gibi görünüyordu. Çocuk ardından uzun, uzun el sallamıştı.  Kızda yerine otur oturmaz ağlamaya başlamıştı, ama o nasıl ağlama? Ahmet çok ağlayan kadın görmüştü özellikle öğrencileri çok sulu gözlüydü. Olur, olmaz her şeye ağlarlardı. Ama Zeynep’e hiçbiri benzemiyordu.

Gözyaşları sanki ondan habersiz özgürce akıp gidiyordu. Ne onları durdurmak için bir şey yapıyor ne de onlara dokunuyordu. Onlarda acele, acele ama rahatsızlık vermeden bir yere yetişeceklermiş gibi  akıyorlardı birbiri ardına boynuna oradan da içine. Bir insan kendini yormadan nasıl bu kadar  güzel gözyaşı akıtabilir diye düşünmeye bile başlamıştı Ahmet. Otobüste tam arkasında oturuyordu, ikisinin de yanlarındaki yerler boştu. Birkaç kez onunla konuşmaya yeltenmişti ama kız onun varlığından bile haberdar değildi. Hatta otobüste olduğunun bile farkında değildi herhalde.

Sonunda kitap vermeyi başarmıştı kıza, ama kız otomatik olarak almıştı kitabı. Alışık olduğu gibi de teşekkür etmişti, uzun yolculuk boyunca ağzına bir şey koymamıştı kız. Su bile içmemişti. Onu evinin önünde bıraktığında bile Ahmet’i fark etmemişti. Buna rağmen Ahmet onu bekleyen bir ailesi olduğunu sanıyordu. Ve belki bir yerde onu yeniden görebileceğini umuyordu.

Ama en umulmadık bir yerde en umulmadık bir şekilde karşılaşacağını ve aynı evde karanlık bir salonda ona masal okuyacağını, kollarının arasına alıp halının üzerinde yatacağını, en deli zamanlarında bile düşleyemezdi. Bu düşünce onu gülümsetti. Kızı biraz daha sıktı kollarında. Kızın bu rahat huzur veren tatlı halleri, kendini güvenle Ahmet’in kollarına bırakması. Yüreğinin en ince telini bile sızlatıyordu. Arkası Yarın

Günün Şiiri

Zindanı Taştan Oyarlar

Bursa’nın ufak tefek yolları

Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri

Tepeden tırnağa şiir gülleri

Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Bir şubat gecesi tutuldu dilin

Silâha bıçağa varmadı elin

Ne ana ne baba ne kız ne gelin

Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Ne bir haram yedin ne cana kıydın

Ekmek gibi temiz su gibi aydın

Hiç kimse duymadan hükümler giydin

Döşek diken diken yastık batıyor

Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Zindanı taştan oyarlar

İçine bir yiğit koyarlar

Sağa döner böğrü taşa gelir

Sola döner çırılçıplak demir

Çeliğin hası da yiğidim aman böyle bilenir

Döşek melul mahzun, yastık batıyor

Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Bugün efkârlıyım açmasın güller

Yiğidimden kötü haber verirler

Demirden pencere taştan sedirler

Döşek melul mahzun yastık batıyor

Yiğidim şahinim aman burda yatıyor

Mezar arasında harman olur mu?

On üç yıl hapiste derman kalır mı?

Azrail aç susuz canın alır mı?

Döşek melul mahzun yastık batıyor

Yiğidim şahinim aman yerde yatıyor…

Dilinde dilimi bulduğum

Gücüne kurban olduğum

Anam babam gibi övdüğüm

Dayan hey Aslan Ustam

Abenim

Yiğidim dayan.

Dayan hey gözünü sevdiğim

Bugün efkârlıyım açmasın güller

Yiğidimden kötü haber verirler.

Sana kökü dışarda diyenlerin kökleri kurusun

Kurusun murdar ilikleri dilleri çürüsün

Şiirin gökyüzü gibi herkesin.

Sen Kızılırmak kadar bizimsin

En büyük ustası dilimizin

Canımız ciğerimizsin.

Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin’dedir

Bütün hışmıyla dilimiz

Kökünden sökülmüş bir çınar gibi

Yüreğimiz içindedir.

Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin’dedir

Acısıyla sızısıyla alnının kara yazısıyla

Bir yanı nur içinde tertemiz.

Bir yanı sızım sızım sızlayan memleketimiz içindedir.

Bedri Rahmi EYUBOĞLU

Günün Sözü

Köpeğe atılan bir kemik yardımseverlik değildir. Yardımseverlik en az köpek kadar aç olduğunda etini onunla paylaşmandır.

Jack London

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here