Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Çoktan beri dikkatimi çekiyor ama görmezden gelmeye çalışıyorum. Teşekkür etmeyi bilmiyor muşuz aslında? Özür dilemeyi de. “Kusura bakma” demeyi de bilmiyoruz. Sözümüzde duramadığımız zamanlarda da, bunun nedenini açıklama ve özür sayılabilecek cana yakın bir sözcük kullanmayı da bilmiyoruz. Ya da hepsini biliyoruz ama yapmıyoruz çünkü bizi bundan alıkoyan o sefil “benliğimizin” esiriyiz de ondan. O kadar esiriz ki onu dışlayıp “biz” olmayı beceremiyoruz. Bunun için gayret bile etmiyoruz. O kadar birlikte yaşmaya alışmışız ki onu büyütüp, altında nasıl ezildiğimizin ayrımında olmuyoruz bile. Ve böyle, böyle gittikçe bencilliğin derin karanlık kuyusunda insan olmanın o dayanılmaz inceliğini yitirip, boş başaklar misali yaşamımızı sürdürüyoruz. Bu duruma üzülüyorum, tabi üzülmediğimi sandığım çokkk zamanlar da. Çünkü teşekkür dilimin ucunda olur her an. Ve her şey için, teşekkür etmeyi bilen ve birini kırdığı zaman -ki asla bilerek değil- ve kesinlikle kırıldığım için kırdığımda, özür dilemeden, gönül almadan günü bitirmeyen biri olarak… Üzülmemek elde değil tabi…
Arkadaşlarım yıllar boyu “sana okulda yalnızca teşekkür etmeyi mi öğretiler” diyerek benimle dalgalarını geçtiler. Ama teşekkür etme huyundan vazgeçiremediler. Ne yazık ki üzülerek söylüyorum onlar da teşekkür etmeyi bir türlü öğrenemediler. Onlara örnek olamadım. Bu benim yenilgim kabul ediyorum. Ki, Jan Jakruso’nun çocuk eğitimi “Emil” adlı eserini daha sanırım on yaşında iken okumuştum (nasıl niçin okudum bilmiyorum, o yaşta? belki yalnızca evde olduğu için) daha sonraları yeniden okudum ve yeniden ve yeniden. Ve inanıyordum ki en az onun inandığı kadar örnekleme sanatına. Sözle değil davranışla örnek olunabileceğine. Ama gördüm ki evet benim çocuklar öğrendi, yalnızca örneklemelerden değil tabi. Ancak arkadaşlarım, dostlarım, yakınımda olan hiç kimseye bir nefes kadar bile yaramadı davranışlarım. Bu yüzden hep yalnız hep bir köşede kaldım. Ancak ne yaman bir çelişki ki.
Bu sevgili arkadaşlarım, kendileri yapmadıkları her şeyi kesinlikle başkasından beklerler. Ve çok kaba bir şekilde uyarırlar bile. Görmezden geliyorum dedim çokkk zaman. Gerçekten her an gördüğümü ciddiye alsam çok değişirdi durumlar. Ve pılımı pırtımı toplayıp kendimi dağlara vurmam gerekirdi ki yine çok zaman bu özlemleri duyuyorum ve sizinle de paylaşıyorum. Ancak hep düşünüyorum ki. Bütün Canlılar doğalarına göre davranırlar. Yani bir çiçeğe açma diyebilir misiniz? Hanım eline nergise, güle, kokma diyebilir misiniz? Kediye miyavlama, köpeğe havlama denebilir mi? Tabi ki denemez. Değil mi? Deseniz de zaten işe yaramaz. Akreple kaplumbağanın öyküsünü bilirsiniz. Akreple kaplumbağa bir su kenarında buluşurlar. Karşıya geçeceklerdir. Akrep beni sırtında geçirsen sana hiç zarar vermem diye yeminler eder kaplumbağaya. Kaplumbağa hayır der ancak akrep o kadar dil döker ki sonunda garibim kaplumbağa inanır akrebe. Ve onu sırtına alıp suyu atlar. Tam karşıya geçerken akrep kaplumbağayı ısırıverir. Can haviliyle haykırır garip kaplumbağa. Ne yaptın der. Hani söz vermiştin. Ne yapayım kardeş der. Ben akrebim ve doğama uymak zorundayım…
İşte bu kadar basit… Bu kıssa iyi güzelde… Sözünü etiğimiz hayvanlar ama. Oysa bizim yakındığımız insan. İnsan aklı ve görünüşü ile diğer canlılardan ayrıdır. Ona yön veren aklıdır eğer onu kullanmasa, diğer canlılardan bir farkı kalmaz doğasında incelik var. İyilik var ve tabi ki haldır, hundur kötülük, kin, kıskançlık, benlik gibi kötü huylarda var… Ve hangi tarafınızı beslerseniz o taraf beslenir güzelleşir. Ancak insanlar güzelden yana görünseler de besledikleri şey “benlikleri” ve bu yüzden unutuyorlar insana dair bütün incelikleri…
Bu yüzden bugün görmezden gelemiyorum kabalıkları ve ruhum inciniyor ta derinden sesimi soluğumu kesiyor incinmişliğim.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalın diyorum. Lütfen, insana ait incelikleri göz ardı etmeyin, sizin için hiç önemli görünmeyen bir sözcük, bir teşekkür bile bazı insanların belki yaşamında yeni bir kapı açabilir. Bilgisayarıma ve parmaklarıma ve bana yazdırana da çok, çok teşekkürler ediyorum ve siz’e, siz olduğunuz için teşekkür ediyorum… Sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım teşekkür dilimizden düşmesin. Ayrımsız gayrımsız… Yase
& & & & &
Huzura Oruçlu Gitmek
Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasuhi Efendi, dergahın bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve “Muhterem Efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?” diye sordu.
O da; “Allah Teala bilir ama bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum.” buyurdu. Hanımı bunu işitince üzüldü; “Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsunuz.” dedi. Nasuhi hazretleri; “Takdir-i İlahi böyledir.” cevabını verdi.

Aradan günler geçti. Ramazan-ı Şerif ayının orta sına geldiğinde, sevenlerini etrafına toplayıp, yerine oğlu Alaed din Efendiyi halife tayin etti ve vasiyetini bildirdi.
Muhammed Nasuhi Hazretlerinin talebelerinden Şami Ahmed Efendi, vefat edeceği gün hocasını ziyaret etti. Muhammed Nasuhı Efendinin hastalığı iyice artmıştı.
Şami Ahmed Efendi ona; “Efendim biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir.” deyince, Nasuhi Efendi; “Oğlum! Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle otuz senedir farzları değil nafileleri dahi noksan yapmadım. İnşallah bu gece dergah-ı izzete oruçlu giderim.” buyurdu.
Muhammed Nasuhi hazretleri vefat ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; “Bu gece Cüneyt-i Bağdadi, Abdülkadir-i Geylanı, Molla Hünkar Celaleddın, Maruf-i Kerhı, Seyyid Yahya Şirvan, Sultan Şaban-ı Veli ve Hocam Ali Atvel hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin.
“İftar vaktinde Derviş İbrahim, Nasuhı hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasuhi hazretleri bir defa; “Hu” diye seslendi. Derviş İbrahim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; “Hu” diye Allah Teala’nın ismini zikredip ruhunu teslim etti.
(Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007)
Günün Şiiri
Sana Ne Söylesem Ömrüm
Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Sen ki şiirler düşürürdün
Uzun uğultularla akan sulara
Toprağın tuzu, taşın izi olurdun
Ayışığı toplardın güllerden
Gecenin ürpertisinden çocukluğumuza
Kırgın kadınlarımıza yazılarda
Oradan oraya savurduğumuz
Sarılan sarılan yalnızlığa
Şimdi nasıl koysam yerine
Kırılan dalı, örselenen çiçeği
Okşasam usulca, öpsem öpsem
Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem
Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi
Sana ne söylesem ömrüm sana
Sen ki gümüş pullar düşürürdün
Bulanık karanlığa hüznümüzün
Yeniden yeniden kazanırdık umudu
Unutulurdu yenilgi, susardı ölüm
Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Toparlan, kanınla katıl haydi,
Kalan ömrünle, kanayan yanınla
Bir yoğunluğa koy günlerini
Ahmet UYSAL
Gözyaşları da Çiçek Açar
Ellerimi dokunduğum her yerde
Çığlık çığlığa kıvranıyor hayat
Ve ölen arkadaşların giysilerini
Bir kere daha dürüp koyuyor analar
Çamaşır sandıklarına
Gözyaşları da çiçek açar
Bugün yurtyeri olsa da acılara
Kayaların en sarp yerlerindeki
Kırlangıç yuvalarını andıran alnın
Bir gün terli bir gelecek uçuracak
Sabahlardan akşamlara kadar
Gözyaşları da çiçek açar
Ansızın oyuna başlayan çocukların
Sesleri kadar canlı ve huylu
Sevinçleri kadar taze ve acemi
Bir duruş kuşatır seni o zaman
Gözyaşları da çiçek açar
Başını dayadığın ağaç dalı
Bak hafifçe eğildi toprağa doğru
Uyuyan bir çocuğun soluk alışını
Dinler gibi kendini vererek
Yaklaş yüzünü örse de acılar
Boynundan ter boşalan herkese
Gözyaşları da çiçek açar
Yaklaş, yüzünü örse de acılar
Ve nasıl yakalarsa toprağı kök
Suları renk, dalları kiraz
Sen de öyle yakala hayatı
Yürü kol kola canıma değsin
Gözyaşları da çiçek açar
Abdülkadir BULUT
Günün Sözü
Düzeltilmesi gereken bir yanlışlık, doğruluktan daha ağır bir yüktür.




