Madem Çoban Değilsin, Ardındaki Sürü Ne?

0
654

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Madem çoban değildin, ardındaki sürü ne? Ben bir körpe kuzuyum, al kat beni sürüne” diye bir deyiş var. Yıllar öncesinden radyoda duyduğum ve anında aşık olduğum. Kim söylüyordu  bilmiyorum ama yüreğe dokunuyordu sesi. Beni alıp gidiyordu bilmediğim alemlere… Çocuktum parmak kadar, büyüktüm kocaman hep soralardı “nerelerde dolaşıyorsun sen kızım?” diye. Onu dinlerken.  Bir bilselerdi nerelerde, kimlerle dolaşıyorum? Bir bilselerdi kimleri arıyorum?

Dün gece yatağa tam gireceğim saat gecenin 02’si. Dilimde aynen yıllar önce duyduğum şekilde dökülüyor. Madem çoban değildin ardındaki sürü ne? Birden  zihnimin kaypak zemininde buldum kendimi. Çocukluğumun küçük odasında… Halının  üzerine bağdaş kurmuş radyo dinliyorum, elimde bir kitap, aniden radyoda inliyor ses. “Madem çoban değildin ardındaki sürü ne? Kitap elimden düşüyor, aklım orada kalıyor ve radyoya eşlik ediyorum “ben bir garip  kuzuyum al kat beni sürüne. Düşünüyorum söylerken” Madem çoban değilsin ardındaki sürü ne?  Sürü ne? Ya o bağlama sesi!! Off offf bitiyorum.

Ve çocukluk geçiyor hemen, aşka düştüm düşeli ah etmeden bir tek güne. Sonra her şeyin üzerine bir tül, iniyor. Okul yılları, değişen koşullar, ardı ardına gelen gariplikler ve gün bugün. Gece bu gece… Zihnimin kaypak zemininde ufak bir sörf yapmam gerekiyordu zahir ki yatağı açmak için uzanan elimin minik bir hareketi ile dilimdeki düğüm çözüldü. Bedenim aniden diriliyor, huşu doluyorum, kulak kesiliyorum, aynen çocukluğumdaki masumluğuna, bilinçsiz arayışının tam ortasına düşüyorum… “Aa ne kadar güzel” diyor  kardeşim. Çocukluğumun bazı karelerinde ne yazık ki kardeşimle görünmüyoruz. Hatta ailenin diğer fertleri ile bile!?

Sabahtan internet başındayım. Emre’nin deyiş kitaplarını karıştırıyorum bir yandan, yok, istediğim bilgiyi çıkaramıyorum, ne bir zamanlar bu deyişi kim seslendiriyordu? Rahmetli Neşet Ertaş olduğunu sanıyorum ama kesinlikle emin değilim zaten çokta önemli değil isimler. Önemli olan o bağlamayı kullanan eller ve deyişi seslendiren diller. Ve taşıdığı anlam…

O zamanlardan başladı diyemeyeceğim, arayışım  o zamanlar da  alev aldı. Buldum sandım sonunda kendimi. Sonra hızla  yeniden kendimi unuttum, unutturdu hayat ve zorlukları ve düşünceleri insana dair olan, vatan ve dünya ait olan. Ve bir gece yeniden anımsattı. Ne denir bilmiyorum. Belki koruma altına almak için  bilmiyorum…

Saatlerce dolaşıyorum hem zihnimin kaypak zemininde her adımda ayağım kayarak hem Emre’nin kitaplarında, her saniye gözüm karararak. Hem de nette bütün gücüm tükenerek. Ama istediğim sesi ve bilgiyi alamıyorum. Belki ne aradığımı bilmiyorum, nasıl arayacağımı. Ne biçim edebiyat okuyorsunuz diye Emre’ye patlıyorum.

Bir halk değişi bir edebiyat türü… Amenna ama ben ne arıyorum bundan başka? Zamanım doldu, yazım basıma geç kalacak. Hala arıyorum. Şimdi rica ediyorum hatta çok-çok rica ediyorum bu yazıyı  okuyanların arasında bu konuda bilgi sahibi varsa bana yollasın, inanın ki anlamayacağınız kadar büyük bir iyilik yapacaksınız, çünkü şu an çok huzursuzum yetersizliğinden ancak yinede ah etmiyorum. Sürüye katılmışım çünkü… Ve sözüm  Sevgili Gürcan Özdemir hocama, lütfen siz bilirsiniz  beni aydınlatın.

Ve sevgili okuyucularım hava kapalı. Kıyamet senaryolarını uyduranlar nerde şimdi? 21inci gece Aralık ayının en uzun gece değil miydi? Evet aynen öyle oldu benim için. Çocukluğuma kadar  olan yolu aştım. Radyoya gittim ve sözlerini yarım yamalak bellediğim deyişi söyledim tamda bağlama çalarak ve makamına uydurarak. Hatta bütün sözlerini doğru söyleyerek…

Yorgun değilim zamandan. Bana oyunlar hazırlıyor sürekli ve anlıyorum ki yaşanmışlığın en güzel tarafı bu. Ve bu yaşanmışlığı kutsuyorum. Şakaklarıma düşen aklarla…

Bu sabah dilediğim yazıyı yazamadım ama dilerim yarın devamı gelir. Şimdilik sağlık, sevgi, birlik, beraberlik ve aşkla hep birlikte kalalım sevgili okuyucularım. Yase

& & & & &

Mesnevî den-İnsan Denilen Muammâ

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- aşk, vecd ve istiğrak dolu hayatını üç kelime ile ve üç merhale olarak şöyle ifade eder: “Hamdım, piştim, yandım!..”

“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”

“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”

“(Fakat ben ruhumla büyük bir heyecan içerisinde vuslata doğru kanat açtığımda sakın ola ki) cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) «buluşma» yani vuslat vaktimdir!”

“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «Veda, veda!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!”

“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?”

“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır! (Hem de ebedî bir hayata…)”

“(Dıştan bakınca toprağın kara bağrında bir çukurdan ibâret olan şu) mezar, insana ha­pishane gibi, zindan gibi görünse de, orası aslında vuslata teşne ruhların (dünyanın iptilâ ve musibetlerinden) kurtulduğu (ve huzur bulduğu) yerdir!”

“Hangi tohum toprağa atıldı, ekildi de tekrar bitmedi; vakti gelince topraktan filizlenme­di? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin?”

“Hangi kova suya sarkıtıldı da dolu çıkmadı? Can Yusuf’u neden kuyudan ziyan görsün, niçin feryad etsin?”

“Ben (ten kafesinden kurtulunca) ölü idim, dirildim, ağlamaktayken tebessüme büründüm. İlâhî aşkın devletine nâil olunca da, ebedî devlete (saâdete) kavuştum.

Günün Şiiri

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var  

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol BEHRAMOĞLU

Günün Fıkrası

Öğretmen, matematik sözlüsünde Oğuz`u tahtaya kaldırıp sordu: “Oğuz, babandan yüzde 10 faizle 200 milyon borç para alsam, yılsonunda kendisine kaç para vermem gerekir?”

Oğuz hemen cevap verdi: “400 milyon lira.”

“Nasıl olur oğlum, sen hiç hesap bilmiyor musun?”

“Bilmesine biliyorum ama, siz benim babamın ne büyük faizci olduğunu bilmiyorsunuz.”

Günün Sözü

Beni mahveden şey; bana yalan söylemiş olman değil, sana bir daha inanmayacak olmamdır.

Victor Hugo

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here