Sıradan bir işçinin rahatı, bir taraftan kapitalizmin işleyişinin yol açtığı krizler ve savaşlarla bozulur, diğer taraftan kapitalizmin teşvik ettiği tüketim çılgınlığıyla. Eğer bir de ihracata dayalı büyüme modeli benimsenirse, sorunlar daha da artacak.
Geçmişte bir “ihtiyaç” olarak algılanmayan birçok yeni ürün, işçinin kendisine “hak” saydığı bir “ihtiyaç” olarak kabul edilmeye başlandı. 1950’li yıllarda işçinin kendisi açısından “zorunlu ve hak” gördüğü tüketim ürünleri arasında buzdolabı, televizyon, çamaşır makinesi, cep telefonu yoktu. İşçi, bunların yer almadığı bir tüketim kalıbını kabulleniyor ve mutlu olmak için yeterli görüyordu.
Günümüzde işçi, kendisinin hakkı olarak gördüğü bu ürünlere sahip olmak istediğinde, “geçim” anlayışı değişiyor, talepler ve huzursuzluk artıyor. Günümüzde tabii ki bir işçinin ücreti, kendisinin ve ailesinin günümüz koşullarında insanca yaşamasına yetecek düzeyde olmalıdır.
Ayrıca, geçmişte olmayan bazı zorunlu harcamalar da çıkmaktadır. Örneğin, geçmişte içme suyuna genellikle para vermezdik. Kapitalizm çevreyi o denli kirletti ki, bugün sağlığınızı korumak istiyorsanız, en azından temiz olduğuna inandırıldığınız şişeli sulara yönelmek zorundasınız.
Geçmişte sağlık hizmetlerine genellikle para ödenmezdi. Günümüzde hem hastalıklar, hem de sosyal güvenlik sisteminin talep ettiği “kullanıcı katkıları” giderek artıyor.
Geçmişte eğitim de parasızdı. Şimdi gerek devlet okullarında, gerek özel okullarda eğitim giderlerinin aile bütçelerine yükü giderek artıyor.
Geçim sağlamak, kriz olmasa da, giderek zorlaşıyor.
Oturduğu minder, geçim kaygısıyla tutuşmayan işçi ayağa kalkmaz. Ayağa kalkmasının ikinci önkoşulu, ayağa kalktığında dayak yemeyeceğinden emin olmasıdır. Diğer bir deyişle, oturulan minderin tutuşması (mutlak yoksullaşma) ile dayak yememe beklentisi (zayıf iktidar algısı) birbirini tamamlar.
İşçi ancak bu durumda işverenine, sermayedar sınıfa, hükümete ve bazı durumlarda da devlete karşı tavır alır ve mücadeleye girebilir.
Bugünkü koşullar düne göre daha iyiyse işçinin bugünkü koşulları, çevresindeki diğer insanların durumuna göre iyiceyse; işler iyi gidiyor ve daha da iyileşeceğe benziyorsa; hiç bir kimse, hiç bir örgüt, işçinin rahatını bozamaz; onu sömürüye, anti-demokratik düzenleme ve uygulamalara, vb. karşı harekete geçiremez. Doğal olan ve yaşanan da budur. Kişi ağzıyla kuş tutsa, hayatından memnun olan sıradan işçiyi eyleme sürükleyemez.
İşçinin rahatını, ancak canına, temel değerlerine, malına-mülküne, geçimine, yaşama ve çalışma koşullarına yönelik ciddi tehdit veya saldırı bozar. Ancak bu rahat kaçtığında, işçilik bilincinin, sınıf bilincinin ve bunun da ötesinde düzen-karşıtı bilincin gelişmesinin koşulları ortaya çıkar.
İşçi ancak hayat onu zorladığında ve ona başka çıkış yolu bırakmadığında, rahatını bozarak, elindekini yitirmemek için örgütlenmeyi ve çeşitli biçimlerde mücadeleye girmeyi kabullenir.
Bugün giderek artan sayıda işçi eyleme geçiyor. Gazetelerde ve televizyon kanallarında yer almayan birçok eylem de var. Bunların bir bölümüne ilişkin bilgiye sosyal medya üzerinden erişebilirsiniz. Ancak kesin olan şu ki, hem ekonomik kriz derinleşiyor, hem de ihtiyaç olarak algılanan ve talep edilen ürünlerin giderleri artıyor. Ayrıca ülkemizi yönetemeyen bir iktidar var. Bu koşullarda toplumsal kanunlar gereklerini yerine getiriyor ve getirecek. Hükümet bir de ihracata dayalı bir büyüme stratejisine yönelirse, önümüzdeki aylarda işçi sınıfının giderek artan kesimlerinin yükselen eylemliliğine tanık olacağız.
Sadık KARAKAŞ







