Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Eski bir yazımı okuyorsunuz şu an. Kaygısız kuygusuz olduğumuz zamanlardan kalma. Özlemişim o güzel günleri.
Merhaba sevgili okuyucularım nasılsınız bu günlerde? Beni sorarsanız çok şükür iyiyim çoktan böyle iyi olmamıştım doğrusu. Ancak şimdi tatilin keyfini çıkarabiliyorum birde arkadaşım geldi, eh keyfim baya yerinde desem yalan olmaz. Şu an gün batımı saat 21.10 etraf, sessiz, hareketsiz, yaprak kımıldamıyor sanki dünya durmuş. Ağaçlar hışırtısız, kuşlar nereye gitti acaba? Karşıki dağlar, morarmış, huşu dolu, sanırsınız ki gizli bir dini törendeler. Sararmış tarlalar, çilek bahçeleri, incir ağaçları, onlarda, bu törende diz çökmüş ne bir çim biçme makinesinin sesi var, ne su fıskiyelerinin, her zaman şakıyıp duran kuşlarda susmuştu.
Hani Hıdır peygamberle İlyas peygamberin buluştukları an dünya “tıp” demiş gibi durmuştu ya, ne bir nehir akmış ne doğada bir kımıldama. Ancak bir dakika ya da daha az bir zaman sonra doğa yeniden canlanmıştı, hayat bulmuştu ölen, uyuyan her şey. İşte şu an aynen o an sanki. Parmaklarım hızlı, hızlı bu huşu dolu sessizliği yazmak için koşturuyor, çünkü biliyorum bu yalnızca bir an ve geçince her şey eski haline dönecek. Bunu kaçırmak istemiyorummm.
Ve bu ne? Bu çırçır böceği nereden çıktı? Avazı çıktığı kadar şakıyor ve bir kamyon geçiyor hafif bir rüzgar tam önümüzdeki ağacın yapraklarını hışırtadıyor ve hayat yeniden başlıyor akmaya. Yalnızca bir lahza durmuştu her şey bir an durup o sessizliği dinleyeceğime hemen yazmaya koyulmuştum! Neyse hayat yeniden akarken, ağaçların dağların, denizde, gökyüzünde kızıllaşmağa başladığı iki ince maviliğin ardından büyü bozuldu. Hem de ne bozulma? Nereden çıktı bu kadın daha bir saniye önce yoktu iki siyah danayı iplerinden tutmuş çekiştiriyor.
Sokak lambaları yanmaya başladı tane, tane ışıkları renksiz soluk, günbatımının son kızıllığı sarıyor gökyüzünü iki dakika sonra o da yerini aya ve yıldızlara bırakacak. Biraz önce etrafta in cin yokken ve evde yapayalnızken şimdi ev kaynıyor, duşa giren, sıra bekleyen… Gelenler beni hiç ırgalamıyor hala bir an öncedeyim. Ve gözlerim, önümde uzanan seralar, çilek bahçeleri, onun ardında uzanan çam ağaçlarının dağlarla birleştiği yerde.
Deniz uykuda, hala aldığı uyuşturucunun etkisinden kurtulamamış gibi. Geç kalmış birkaç genç, havluları omuzlarından sarkmış yorgun argın ayaklarını sürüyerek geliyor. İki bisikletli turist pedallara hiç aceleleri yokmuş gibi aheste, aheste basarak geçiyor.
Ve sevgili okuyucularım güneş tamamen battı, etraf karardı, soluk yüzlü sokak lambaları saltanatı ellerine aldıklarını düşünürken aslında kendilerini bile aydınlatmaktan acizdiler.
Ve şu an itibari ile her şey ayakta yürüyüştekiler döndü, ilaçlama yapan arabanın sesi geliyor hemen içeri kaçmam gerek tam gün batımı gelmese bu zehir saçan araba olmuyor sanki? Üstelik yararına da inanmıyorum. Neyse dedim ya büyü bozuldu şimdi çay hazırlama zamanı yine geç kaldım. Ve bir traktör geçiyor homurdanarak ve bir motor sesi, bahçeler sulanıyor, bir horoz ötüyor avazı çıktığı kadar. Ah ya şu yanık kokusu… Berke “Gül yufka ekmek yapıyorlar bak kokusu geliyor” diyor. Derin bir iç çekerek. Ve televizyonlar açılıyor, sofralar kuruluyor, tabak çanağın sesine saç kurutma makinelerin sesi karışıyor ve bir parfüm kokusu yayılıyor etrafa. Gazinodan bir akort sesi geliyor yeni yetme kızlar allanıp pullanıp aşağı iniyor, merdivenlerde bir koşturma ve gece akıyor ne kadar kaygısız, kuygusuz. Ve sevgili okuyucularım sağlık ve sevgiyle kalalım ayrımsız gayrımsız. Her zaman el ele yan yana. Yase
& & & & &
Muhteşem Manzara
İki hasta adam aynı hastane odasında kalıyordu. Hastalardan birine akciğerlerindeki sıvının akması için öğleden sonraları bir saatliğine dik durmasına izin verilmişti. Onun yatağı odadaki tek pencerenin yanındaydı. Diğer hasta ise tüm gününü yatağında uzanarak geçirmek zorundaydı.
Birbirleriyle saatlerce konuşurlardı; eşlerinden, ailelerinden, askerlik anılarından, gittikleri tatil yerlerinden… Pencerenin yanındaki hasta her öğleden sonra yatağında doğrulduğunda zamanını pencerenin dışındaki gördüğü her şeyi oda arkadaşına anlatarak geçiriyordu.
Diğer yataktaki adam ise bir saatlik bu dilimde dış dünyadaki tüm yaşantılarla ve renklerle kendi hayatını genişletiyor ve canlandırıyordu.
Pencere güzel bir gölün yanındaki parka bakıyordu. Gölde çocuklar oyuncak gemilerini yüzdürürken ördekler ve kuğular da suyun üzerinde oynuyordu. Genç âşıklar her renkten çiçeklerin arasında kol kola yürüyorlardı ve şehrin silueti uzakta görülebiliyordu.
Pencerenin yanındaki adam bunları en ince ayrıntısıyla anlatırken, diğer taraftaki adam gözlerini kapatıp bu hoş manzarayı hayal ediyordu.
Sıcak bir öğle sonrası, pencerenin yanındaki adam ilerleyen bir bando takımından bahsetti. Diğeri bandoyu duymamasına rağmen pencerenin yanındakinin açıklayıcı kelimelerinin yardımıyla sesleri zihninde canlandırdı. Günler, haftalar, aylar geçti. Bir sabah hemşire hastaların odasına banyo suyu getirdiğinde pencerenin yanındaki hastanın ölü bedenini buldu, sessizce ölmüştü.

Hemşire üzüldü ve ölü bedeni alması için hastane görevlilerini çağırdı. Makul gördüğü en kısa zamanda diğer hasta pencerenin yanına taşınmak istediğini belirtti. Hemşire bu isteği mutlulukla yerine getirdi ve hastanın rahat ettiğinden emin olduktan sonra odadan ayrıldı.
Hasta, yavaşça ve acı çekerek dışarıdaki gerçek dünyaya bakmak için kendini dirseğiyle destekleyerek doğruldu. Yatağın yanından pencereye dönmeye çabaladı. Onu boş bir duvar karşıladı. Hemşireyi çağırıp ona pencerenin dışındaki öylesine harika şeylerden bahseden merhum oda arkadaşın neden böyle bir şeye gerek duyduğunu sordu.
Hemşire merhumun kör olduğunu, duvarı bile göremediğini söyledi, ve “Belki de sadece seni cesaretlendirmek istemiştir” dedi.
Son söz: Başkalarını mutlu etmenin muazzam bir mutluluğu vardır, kendi halimize rağmen. Kederi paylaşmak yükünü hafifletir, ama paylaşılan mutluluk ikiye katlanır. Eğer zengin hissetmek istiyorsan paranın satın alamadığı, senin sahip olduğun her şeyi gözünün önüne getir. E.Scudero
Günün Şiiri
Kokusu Düş Kırığı
karpuz hep aynı çatlar
tütün hep aynı çürür
ovanın büyüklüğü değişmez
güneş o güneş
nehir o eskisi
elin babası ölsün ölmesin
farketmez
kokusu babamın
kokusu nasıl desem
vagon kiri
bilenmiş yoksulluk
hasta posta güvercinleri
kokusu beslenmese
ölecek çocuk
babamın sıcaklığı
gölgede okul masrafı
kendisi yiğit ama
yüreği pusuda ceylan
-çeyrek maaşa çektirdi
bir tek fotokopiyi
o deyyus fotoğrafçı
elime geçse…-
kokusu babamın
kokusu nasıl desem
masal göğü
düş kırığı
hiç bitmeyen inşaat
taksiti tükenmeden kırılan pikap
kokusu şimdi şu an
şurasında burnumun
kokusu kar kıyamet
kıyısında ağustosun
dünya yoksulluğu dünyada kalır
o tren gitti
dönmez demeyin
hep elin babası yatmaz yerin altında
diner sızısı rayların
demeyin
elin babası başka türlü ölür
bu kesin
Hamdi ÖZYURT
Günün Fıkrası
Temel ve iki arkadaşı İstanbul’dan Trabzon’a gitmek üzere tren garına giderler. İlk Trabzon treni 1 saat sonradır, bileti alıp, yemeğe giderler. Yemekte sohbet, muhabbet saate bir bakarlar ki 1 saati geçmiş. Hemen koşarlar tren garına ama tren gitmiş. Yine bilet alırlar 1 saat sonrası için. Ne yapalım vakti nasıl geçirelim derken kahveye giderler. Çaylar kahveler sohbetler uzar da uzar ve saate baktıklarında 1 saat olmasına 5 dakika vardır. Hemen koşarlar gara ama trene yetişemezler. Gişeye gidip sorarlar yine Trabzon’a gidecek tren var mı diye. Gişedeki adam ”Bakın bu son tren eğer bunu da kaçırırsanız Trabzon’a bugün dönemezsiniz” demiş. Bileti almışlar, pastaneye gitmişler. Pastalar, kekler, çörekler muhabbet derken saate bir bakmışlar ki 1 saat olmak üzere hemen koşmuşlar gara. Tren yeni hareket ediyor, içlerinden biri uzun ilk vagonu yakalamış, diğeri orta boylu son vagonu tutmuş. Temel uzanamamış. Trenin arkasından bir müddet bakan Temel arkadaşlarına el sallamış ve oturmuş yere başlamış gülmeye. Gişe memuru yanına gelmiş. “-Sen ne garip adamsın. 3 treni kaçırdın, arkadaşların gitti, sen kaldın, ağlayacağına gülüyorsun be adam.” Temel: “-Uy hemşerim, Trabzon’a asıl ben gideceğudum, onlar beni geçirmeye geldiydu ben ona güleyrum.”
Günün Sözü
Hiçbir şey için ‘benimdir’ deme sadece de ki ‘yanımdadır’ Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder daima seninle kalmaz.
D.H. Lawrencen




