Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Dilerim keyfinizde sağlığınızda yerindedir. Ben de iyiyim çok şükür teşekkür ederim. Hava güzel, çalışmak güzel, sorumluluk almak güzel ve görmek, güzel her şeyi… Çok zaman güne mış gibi başlarız. Mutlu-mış- kör-mış sağır-mış- gibi. Bazen de ama çok az bazen de sanki biz kendimiz –miş- gibi de başlarız. Bu sabah işte çok az bazenlerden biri ile başladık güne kendimizmiş gibi yani. Kendimiz olunca da işler zordur aslında ne körüz ne sağır ne de dilsiz.
Gözümüz her şeyi “pat” diye görür, kulağımız duyar, sesimiz yankılanır, mutluysak ta mutluyuz işte nedensiz sorgusuz sualsiz. Ya da mutsuzuz yine nedensiz sorgusuz, sualsiz. Ve yüzden üzerimize bir güç ve cesaret gelir. Yapımız neşeli ise ve aslında azıcık boş vermişlik varsa hamurumuzda kaygısızlık özlemi ile yanıp tutuşuyorsak kendimizi bırakırız zamanın akışına. Aslında o ne kadar özel bir durumdur, bilen bilir ve sanırım yüz yılda bir olur! Önemli olan da ayrımında olmak aslında o kadar “mış”larla yaşamaya alışmışız ki, mışsız durumumuz nasıldı acaba diyebiliriz. İşte yalnızca bunun ayrımında bile olabilmek özel bir şeydir.
Ve bu özel durumda şöyle uzun, uzun yazı yazmak, eski resimleri karıştırmak, mesaj atmak bir şarkıyı doğru düzgün söylemek hiç gerekmiyor. Odamızı toparlamakta, hatta yemek, yemek bile gerekmiyor. Zamanın peşine takılıp yolumuza çıkanları yaşayabilmek yetiyor. Kendimizi kasmadan ve bu güzel güneşi hafta sonunda kardeşimle kendimiz olarak yapmamız gerekenleri yapacağız. Siz de deneyin bakalım -mış- lardan sıyrılabilecek misiniz? Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte diyorum. Yase
& & & & &
Bir Motivasyon Öyküsü
Charles Schwab’in istediği kadar verim alamadığı bir fabrikası vardı. Bir gün ustabaşı ile konuşuyordu: “Senin gibi becerikli birisi nasıl oluyor da fabrikadan istediği kadar verim alamaz?”
“-Bilmiyorum. Bütün isçileri çok çalıştırdım. Birçoğunu işten atmakla tehdit ettim. Ama başarılı olamadım.”
Schwab yakınında duran bir isçiye sordu: “Bugün kaç kazan çelik erittiniz?”
“-Altı.” Schwab bir tebeşir parçası alarak yere büyük bir 6 yazdı. Çıkıp gitti. Gece isçileri geldiği zaman bu altı rakamının ne olduğunu sordular. Gündüz isçileri de: “-Patron bugün burada, Bize kaç kazan çelik erittiğimizi sordu altı cevabını verdik, buraya altı yazdı ve gitti.”
Ertesi gün Schwap fabrikayı yine dolaştı. Altı rakamı silinmiş ve yerine yedi yazılmıştı. Gündüz isçileri gelince yediyi gördüler. Demek gece çalışanlar kendilerinden daha iyi iş yaptıklarını zannediyorlardı? Kendilerini gece isçilerinden üstün göstermek için büyük bir gayretle çalıştılar ve yere 10 yazdılar. Çok geçmeden fabrikanın verimi o civardaki bütün fabrikaları geçti. Nasıl mı? Schawb bunu şöyle açıklıyor: “İş yaptırmak için rekabet hissini uyandırmak gerekir. Amaç herkesi mücadele etmeye sevk etmek değildir. Onları birbirine üstün gelmeye teşvik etmektir. Üstün gelme hissi insanların ruhunu coşturur. Hayatta başarılı olan her insanın en sevdiği şey; başaracağı iştir. Çünkü bu başarıda kendisini ifade eder ve bu sayede değerini, üstünlüğünü gösterir. İşte bu yüzden, bir oturuşta bir kilo dondurma yemek, elli bardak su içme gibi manasız yarışmalar buradan gelir. Üstün gelmek, değerini göstermek, insanların en önemli isteğidir. O halde insanları kendi özelliklerini ortaya çıkarmaları için cesaretlendiriniz.” (Kaynak: Network 21 Liderlik Kitapları)
Şubat Güneşi
Can’ın masmavi gözleri, Zeynep’in siyah zeytin gibi iri gözleri ile kesişince, ikisi de “işte bu” demişlerdi. Can gözlerini kızın gözlerinden kaçırmadan yaklaşıp elini uzatmıştı. Sakince “Ben Can” demişti. Zeynep bir elinde okul çantası yarı açık olduğu halde diğer elini uzatıp “Zeynep” derken gözlerini çocuktan kaçırmıştı. Okuldan çıkmış eve gidiyordu. Yolu biraz uzatmak istemiş sahile inmişti. Bir müddetten beri canı sıkkın aklı çok karışıktı, biraz öncede sınava girmiş ama kâğıdı nerdeyse boş vermişti. Abisi hastaydı. Grip gibi bir şeydi ama daha gerçek teşhisi koymamıştı doktorlar. Zeynep çok üzülüyordu. Abisi onun için annesinden bile önce geliyordu. Babasını hiç tanımamıştı. Abisi onun için her şeydi. Gözünü açtığında onun aydınlık yakışıklı yüzünü görmüştü annesinden sonra. Büyüdükçe ona olan düşkünlüğü de büyümüştü. İlk oyun arkadaşı, ilk öğretmeni, ilk arkadaşı, ilk yoldaşı, tek sırdaşı oydu. Hatta ilk aşkı… Genç adam Zeynep’in kırılgan ince esmer yapısının aksine kumral, beyaz tenli gözleri güneşe göre renk değişen bir sarı bal gibi bir su yeşili olan, açık alınlı, kemerli aristokrat burunlu uzun boylu geniş omuzlu değişik havası olan genç bir insandı. Zeynep ilk eğitimini alırken abisi üniversiteden mezun olmuştu. Askere gidecekti. İlk ayrılıkları buydu. Ve artık Zeynep’in korkuları ile karşılaşma zamanı gelmişti.
Çocukluğunun karabasanları olan korkularından abisi korumuştu onu hep. Çocuklar acımasızdı birbirlerine karşı. Birbirlerinin açığını yakalayınca sonuna dek onu kullanırlardı. Zeynep bu yüzden korkularını kendinden bile gizlemişti. Abisi bir gün onu arka bahçede kuytu bir köşeye sığınmış korkudan gözleri fal taşı gibi açık, ter içinde bulana dek ilk o zaman birisi korktuğunu görmüştü, annesinden bile gizlemişti oysa. Abisini görünce hemen koşup ona sığınmıştı. Neden korktuğunu söylememişti. Aslında somut bir şeyde yoktu: seslerden ve kokulardan korkuyordu Zeynep. Derinden gelen motor homurtuları ve egzoz kokusundan korkuyordu. Bu ikisi yan, yana gelince aklı duruyor korkudan sığınacak yer arıyordu.
Kendini bildiğinde korkularının da ayrımına varmıştı. Kendini korumaya almıştı bu yüzden. Motor homurtularını ve egzoz kokusunu almayacağı yerlerde oynuyordu. Biraz büyüyünce kendini babasının kütüphanesine hapsetmeye başlamıştı. Loş kitap kokulu panjurları kapalı odada en kuytu koltuğa ayaklarını altına alıp oturduğunda ancak kendini güvende algılıyordu.
Bu yüzden içe dönük ve yalnız bir çocukluk yaşamıştı. Abisi o karabasanında güveneceği tek limandı. Okula başladığında ise korkularını da unutmuştu. Daha doğrusu aklı korkularına egemen olmaya başlamıştı. Yeni uğraşları, dersleri ve özelikle kitapları ve kitaplığı abisinden sonraki tek sığınağıydı. Derslerini, sırlarını, problemlerini hep abisinin desteği ile çözüyordu. Arkası Yarın
Günün Şiiri
O Belde
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma’nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz…
O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu’le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine…
O belde
Hangi bir kıt’a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem… Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz…
Ahmet HAŞİM
Günün Sözü
Asla birilerinin umudunu kırma; belki de sahip oldukları tek şey o’dur.