Bir Zamanlar

0
51

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bir zamanlar bundan asırlar öncesinden bazen güzel bir şeyler olacakmış gibi uyanırdık güne hatırlar mısınız? Yataktan “pat” der pür neşe kalkardık. Bir şarkı vardı dilimizde söylenmemiş, kalbimize bir uğultu bir “tok, tok” kulaklarımızda! Bir şey olacak bugün güzel bir şey ama ney? Ama niçin bu sabah? Güzel bir düşteymişiz gibi gözlerimiz parlak, dudaklarımızda kaçamak bir gülümseme. Acemice hafifiz, acemice sabırsız, çocuk gibiydik ya umut etmekten korkarken yine de hayal kurardık ya işte o zamanlar!

Biri bizi dışardan izlese ve baksa gözlerimize, akşama dönünce gün ve hala umutlarımız sönmemişse o şarkıyı söylerdi. /Bir bahar akşamı rastladım size/ sevimli bir telaş içindeydiniz/ /bakınca gözlerime neden başınızı öne eğdiniz./

Şimdilerde böyle uyandığınız oluyor mu? Valla ne ben deniz çoktan böyle uyanmıyordum ama bu sabah nedense böyleyim? Dilimde bir şarkı, gözlerimde aceleci bir sevinç, kulaklarımda kalbimin sesi… Neden böyle uyandım? Her zamankinden iyi uyumadım oysa, akşam düşen uçak, yaralılar, ölenler ve o kaos rüyalarıma girmişti, düş kurmadım uyurken ve aslında üzgündüm, kendimi çok yalnız hissediyordum. Şehit olan Mehmetçiklerimiz içimi acıtıyordu, hızla yayılan acayip öldüren virüs, işsiz gençlerimiz ve zamlar kafamı delik deşik ediyordu! Peki, neden bu sabah güzel bir şeyler olacakmış gibi uyanıyorum ve o güzel şeylere yetişme telaşı içindeyim? Üstelik her zamanki koltuğuma çöker gibi oturur iken? Gözlerimi perdelerin minik minelerine kilitlemişken? Koyu kahve ve turuncu mineler, açık kahve renkte organze üzerine serpiştirilmiş. Kesinlikle sevimli ve sıcak; ancak benim mutlu olmam için gereksiz bir ayrıntı.

Ve yine nedense ödünç palto geldi aklıma, ısıtan ama sizin olmayan! Güne “güzel bir şey olacak” diye başlayan biri böyle mi olur? Ancak yine düşünüyorum güzel bir şey. Sağlıklı bir nefes almak, bunun ayrımına varmak, ayaklarının üzerine basabilmek ve bastığının yerin değerini bilmek, bunun ayrımına varmak. Güneşin hala doğmaya devam ettiğini görmek. Değil mi aslında?

Ve asıl mucize ve güzellik güneşin her sabah doğuyor olması değil mi? Hiç nazlanmadan! Her sabah sırf bu yüzden insan mutlu olamaz mı? Mutluluk ney ki? Aranınca, beklenince gelen bir şey mi? Güzel bir şeyler olacak beklentisi içinde uyanmak bile mutlu olmaya yetmez mi?

Valla şimdilik yetiyor gibi demeyeceğim, yaralılar ve ölenler canımızı çokkkk acıtıyor çok… Allah rahmet eylesin, yaralılara da acil şifalar diliyoruz, hepimizin başı sağ olsun… Ve şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım, ayrımsız, gayrımsız, her zaman hep birlikte. Yase

van çığ ile ilgili görsel sonucu

& & & & &

Hazine Kitabı

Büyük Selçuk Sultanlığı döneminde İran’ın ufak bir şehrinde tek oğlu olan dul bir kadın yaşıyormuş. Dünyadaki hayatının sonuna gelmiş olduğunu hissedince oğlunu çağırmış ve ona şöyle demiş: “Çok güçlük içinde yaşadık, çünkü fakiriz; ama sana büyük bir zenginlik emanet ediyorum. Onu bana güçlü bir büyücü hediye etmişti. İçinde muazzam bir defineye ulaşmak için bütün gereken işaretler mevcut. Benim bunu okuyacak ne takatim ne de zamanım var. Şimdi onu sana emanet ediyorum. Talimatları uygula, çok zengin olacaksın!” Annesini kaybetmenin verdiği derin üzüntü geçtikten sonra oğul, o eski ve değerli büyük kitabı okumak üzere almış. Kitabın baş kısmında şöyle yazıyormuş: “Hazineye ulaşmak için sayfa atlamadan okuyunuz. Eğer hemen netice kısmına aktarsanız, kitap bir sihirle kendiliğinden yok olacak ve hazineye erişemeyeceksiniz.” Bundan sonra ise uzak bir ülkede birikmiş olan zenginliğin miktarından bahsediliyormuş ve ayrıca, bu hazinenin bir mağarada çok iyi korunmakta olduğu da yazılıyormuş.

İlk sayfalardaki Farsça metin bir yerde kesilmiş ve bundan sonrası Arapça devam ediyormuş. Kendini şimdiden zengin olarak görmekte olan genç, başkaları da bu sırrı öğrenip, üstelik de kendisine yanlış bilgi vererek hazineye sahip olmasınlar diye metni tercüme ettirmeye teşebbüs etmemiş. Onun yerine büyük bir ihtirasla Arapça öğrenmeye başlamış. Sonunda metni mükemmel şekilde okuyacak hale gelmiş. Fakat bir noktadan sonra kitap Çince devam ediyormuş. Sonra da başka lisanlar geliyormuş. Genç adam azimle ve sabırla bunların hepsini çalışmış. Bu arada yaşamak için gereken parayı da bu öğrenmiş olduğu lisanlardan temin etmeyi başarmış ve bir süre sonra da başkentin en iyi tercümanlarından biri olarak tanınmış. Böylece, bir zaman sonra hayatı toparlanmaya başlamış. Birçok lisanda yazılmış bir dolu sayfadan sonra kitapta bu hazinenin nasıl idare edilmesi gerektiğine dair talimatlar varmış. Buraya geldikten sonra genç adam istekli bir şekilde iktisat ve ticaret öğrenmiş; ayrıca hazineyi bir kere ele geçirdikten sonra aldatılmalara maruz kalmamak için kıymetli metallerin ve mücevherlerin, menkul eşyaların ve gayrimenkullerin değerlerini belirlemeyi de öğrenmiş. Bu arada daha iyi bir hayat sürdürebilmek için de, öğrendiklerini uyguluyormuş. Hatta onun çok lisan bilen ve maliyeden iyi anlayan biri olarak şöhreti saraya hatta krala kadar ulaşmış. Ona önceleri bazı ufak vazifeler tevdi eden kral, sonunda onu krallığın genel valisi olarak tayin etmiş.

Birçok önsözden sonra kitap sonuna doğru gereken daha teknik konular giriyor ve büyük kapı nasıl inşa edilir, vinç nasıl kurulur, mağaraya erişmek için bocurgat nasıl kurulur, büyük taş kapılar açılırken, büyük taş kütleler nasıl çıkartılır, yol yapımında yolları düzlemek için dolambaçlı yerler nasıl doldurulur ve buna benzer konuları anlatıyormuş. Bu sırrını asla hiç kimseyle paylaşmayı düşünmeyen ve dolayısıyla hiç kimseden yardım almayan o dul kadının oğlu, böylece bilgili ve sayılan bir kişi olmuş. Daha ssonra mühendislik ve şehir planlamacılığı çalışmış. Nihayet, kültürü çok takdir eden kral, onu vekili ve sarayın mimarı atamış ve derken sonunda vezirliğe ükseltmiş. Gerçekten tüm krallıkta onun kadar ilme yatkın, bizim Hazine Kitabı’nı okuyacak kadar kabiliyetli bir kişi yokmuş. Artık son sayfaya gelmiş ve hatta bu son sayfayı okuyacağı aynı gün şahın kızı ile evlenecekmiş. En son yaprağı çevirip şu son cümleyi okumuş: “Bilmek en büyük hazinedir!”

& & & & &

Nazlı

Güneş’in annesi, çıtı pıtı minnacık bir kadındı. Kıvırcık sarı saçları, ufacık oval yüzünü cepe çevre sarardı.  Sakin, huzurlu görüntüsünün ardında yatanlar arada bir geçirdiği sinir krizleri ile ortaya çıkardı. O zaman evde kırılmadık tabak, çanak, kapı, pencere kalmazdı. Herkes bu yüzden bu atom bombası gibi her an patlamaya hazır, minnacık kadına saygıda kusur etmezdi. Keyfi yerinde ise inanılmaz derecede sakin olurdu; ancak onunla sohbet etmek için otursanız, bir müddet sonra başınızda yoğun bir dolgunluk ve eğer şeker hastalığınız falan varsa kesinlikle sersemlemiş olarak yanından kalkarsınız. Olağan üstü sakin, tatlı ve hiç durmayan bir konuşmanın bu kadar karşıdaki kişiye zarar vereceğini birileri size söylese asla inanmazdınız!

Sevgi dolu, gözlerinin içi cıvıl cıvıldı, bütün hastalığına rağmen ama nasıl bir hızla o gözlerde şimşekler çakar kimse bilemezdi. Güneş annesinin bu özeliklerini çok iyi biliyordu ve ona göre davranıyordu. Ama çoğu zaman kaçmakta bulurdu selameti. Şimdi eve dönerken annesin sorularına nasıl yanıt verecekti onu düşünüyordu. Gerçi kadının ona olan zaafı onu bir dereceye kadar koruyacaktı? “Keşke Nazlı ile gitseydim” diye geçirdi içinden sıkıntıyla. Ama dur annem ve hiç kimse bilmiyor ki olanları dedi kendine, bende bir şeyden habersiz gibi davranacağım zaten. Arkası Yarın

Günün Şiiri

Serçe

Kim sevecek bu küçücük serçeyi?

Uzun yoldan gelmiş ve yorgun.

 

“Ben değil” dedi koca meşe.

“Ben dallarımı onun yuvasıyla paylaşmayacağım

ve yapraklarımın örtüsü onun üşümüş göğsünü ısıtmayacak.”

Kim sevecek bu küçücük serçeyi,

Kim söyleyecek tatlı bir söz?

 

“Ben değil” dedi kuğu.

“Saçma bir fikir bu

diğer kuğular duysa gülüp alay eder be!”

Kalbi acıma hissiyle dolu,

kim açlıktan ölen bu serçeyi besleyecek?

 

“Ben değil” dedi altın başak.

“Yapabilseydim keşke ama olmaz!

Büyümek ve gelişmek için güçlü olmalıyım.”

Kim sevecek şu küçük serçeyi,

kimse yazmayacak mı ona bir ağıt?

 

“Ben yazarım” dedi kara toprak.

“Tüm benden olanlar bana geri döner,

çamurdan yaratıldınız ve

gene çamur olacaksınız sonunda.”

Paul SİMON

Sonbahar

Durgun havuzları işlesin bırak

Yaprakların güneş ve ölüm rengi,

Sen kalbini dinle, ufkuna bak.

Düşünme mevsimi inleten rengi

Elemdir mest etsin ruhunu

Eser rüzgarların durgun ahengi.

Yan yana sessizce mevsimle keder

Hicrana aldanmış kalbimde gezin

Esen rüzgarlara sen kendini ver.

Ahmet Hamdi TANPINAR

Günün Fıkrası

Temel’in babası vefat eder… Cenazeye gelen bir aile dostu Temel’e sorar: “Nasıl oldu?” Cevap: “30. kattan aşağı düştü…” Adam: “Vah vah, desene çok feci ölmüş…” Temel: “Yok yok, öyle ölmedi; tam yere düşecekken manavın tentesine çarpıp tekrar yükseldi…” Adam: “Vah Vaah! Daha şiddetli çakıldı o zaman.” Temel: “Yok! Karşıdaki kasabın tenteden zıpladı bu sefer karşı binanın çatısına…” Adam: “Demek çatıya çarpıp öldü.” Temel: “Yok ya! Çatıdan yuvarlanıp elektrik tellerine gitti…” Adam: “Deme ya! Çarpıldı o zaman…” Temel: “Yok canııım, teller yaylandı babamı 200 metre yukarı fırlattı.” Adam: “200 metreden yere çakıldı, öyle mi? Yazık…” Temel: “Yok ya, yine en baştaki bakkalın tenteye…” Adam: “Orada mı öldü?” Temel: “Yooo… Oradan da yine kasaba…” En sonunda bunalan adam Temel’e bağırarak sordu: “Ulan nasıl öldü bu adam?” Temel, “baktık ki durmuyor, vurdik oni!”

& & & & &

Temel ile Dursun kahvede sohbet ediyorlarmış? Dursun sormuş: “Ula Temel, söyle bakalum; Hayvanlar mı daha akillidur, insanlar mu da.”

“-Bunu bilemeyecek ne var daa, hayvanlar daha akulludir tabi ki.”

“Nerden anladin da?”

“Ula misal bizim karabaş. O benim her söylediğimi anlay, ben ise onun dediklerinden hiçbir şey anlamayrum…”

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here