Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Güzel, aydınlık bir sabah diğer sabahlar gibi. Ancak kaçımız uyanıyoruz bu sabahlara? Gözlerimizi açıp yataktan kalkmak uyanmak mı? Eğer gerçekten uyansaydık. Her saniye değişen gündemle birlikte ağızlardan çıkanlar hakkında en azından bir fikrimiz olurdu. Her söze, her söylenene araştırmadan, sorgulamadan inanmazdık. Bizi yönetenler konuşuyor biz dinliyoruz, “kocaman adamlar yani doğruları onlar bilmese biz mi bileceğiz” diyerek.
Vekillerin maaşları bilmem kaç oldu yetmiyor, sülalesine dek giden kıyakları var artık, üstelik trafikte geçiş üstünlükleri!? Vaavv zaten biz seçmedik mi adamları tabi ki bizden ve hastalarımızdan önce geçecekler ee ne konuşuyoruz ki?
Biz hala asgari ücretle yoksulluk sınırlarında yaşıyoruz, feda olsun onlara. Tabi ki “çakarlı”- araçları olmalı ve kasılarak geçmeliler yollardan başka ne olabilir ki?
Onlar bonfile, biftek yerken afiyetle biz Sudan’dan ithal edilecek at eşek etine ve sakatatına talim ederiz onları mı kıracağız yani?
Valla onlar bizi uykumuzdan etmesinler ne yaparsa yapsınlar biz razıyız boşuna mı onları seçtik. Ve bu sabah aslında güneş parlıyor kimimiz uyandı kimimiz uyuyor!
Ve biz bir zamanlar böyle yaşardık, böyle yazardık, arkadaşımla yüzyıllar geçmiş gibi şimdi aradan. O zaman dert etmezdik soğuğu, uykuyu.
Ve şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım ayrımsız gayrımsız.
& & & & &
Karanlık Mutfak, Soğuk Zemin…
Mevlana İle Aydınlandık. Mevlana ile Isındık (2002 Yazısı)
Gece boyu süren yağmur, gök gürültüsü ve fırtına sonrası… Gece karanlıktı, gündüzden elektrikler kesikti, kimsenin tuhafına gitmedi bu çünkü bizim için klasikleşmiş bir durum, yağmur yağar elektrik kesilir eşitlemesi. Valla boynumuz kıldan ince bu duruma. Bizde durumdan iş çıkarır karanlıkta sohbet ederiz bari ve böyle yaptık. En sıcak yer mutfaktı ve mutfağa sığındık birkaç arkadaş. Konumuz çeşitliydi. Dünyanın var olmasından başladık, gök gürültülerine, şimşeklere, öteki aleme, var mı yok mu ve bir sürü acayip görüş, kimisi korkutucu, kimisi düşündürücü, kimisi de baya eğlendirici. Mum ışığında mutfağa sığınıp, sıcak çaylarımız içerken her şimşek çaktığında aydınlanan ve bizleri sanki gölgelermiş gibi gösteren parlak ışık altında, kulaklarımızda, bir atın tırıs gidişini andıran yağmur sesi varken başka konu bulamaz mıydık ki konuşacak? Hoş aslında aramamıştık ki anında bulmuştuk ve ilerlemişti konuşma. Sonunda Konya’ya geldik. Mevlana’nın ölüm tarihi olan 17 Aralık’taki Şebi Aruz törenlerine. (Ebedî vuslata -sonsuz kavuşma- erdiğini belirtmek için düğün gecesi anlamında “şeb-i aruz” denilir.)
Şimdi ne harika olurdu aramızdan biri neyzen olaydı ve bir üfleseydi neye şöyle derinden diye geçirirdik içimizden hep birlikte. Mesnevide “ney” sembolü altından bir dünya görüşü ve bir medeniyettir Neyzen olmakla bu dünya görüşünü öğrenmeye talip olmak diye ilişkilendirilmektedir.
Bizde altından bir hayat görüşüne sahip olaydık ve hayat vereydi şu anda kendimizden geçeydik ve Mevlana’nın şu beytini okuyabilseydik, diye düşündük bendeniz…
Yine okuyabiliriz dedim. Ha kamışa üflemişiz, ha yüreklere olmaz mı zaten neyin amacı da bu değil mi? Hadi bakalım Mevlana ne demiş önce.
Dinle neyden kim hikâyet etmede / Ayrılıklardan şikayet etmede
Ne demek istiyor bu sözlerle? Ney’den dinle diyor. Konuşuyor, doğruyu söylüyor, hikayeyi biliyor ve şikayet etmediğini gidenin ayrılıktan. Çünkü ayrılık dediğin “Mezarımın toprağı bir yudum şarap gibidir. Bedenimi içince, canım göklerin üstüne çıkar. O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim fermanımın yazısı ebediliktir.”
Vavvav dedi arkadaşım harika..
Bir okusan sen Mevlana’yı bir bilsen azıcık, öğretisini başka bir şey olursun. Hemen havaya giriyoruz içimiz, kıpır, kıpır… Yani senin gibi mi kafan bozulunca, bırakıp giderim kardeşim. Durumları?
Aşk olsun ben böyle mi yapıyorum? Çelişkileri kaldıramıyorsunuz ama her şeyin zamanı var bunu biliyorsun ancak kabul etmekte zorlanıyorsun, kapılarını bir tarafa açarken diğer kapının önünde durduğunu adımını içeri attığını bile-bile kapıyı kapamaya çalışıyorsun. Kendini aslında cezalandırıyorsun: Hiç ayrımında değilim.
Ne yani o deniz yıldızlarının hikayesini sık, sık sayfana alan sen değil misin?
Hani adam karaya vurmuş denizyıldızlarını denize atmaya çalışıyorken bir bilge ne yaptığını soruyordu. O da onlardan kurtarabildiğinin hayatının değişeceğini söyleyerek bir ders veriyor ya. Anımsadın mı?
Gülen nar, bağı bahceyi de güldürür;
Erlerle sohbet seni de erlere katar.
Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.
Sen yoksa inanmadan mı yazıyorsun? Saçmalama ya tabi ki değil.
O halde Mevlana’nın; ‘Gel ne olursan o gel’ dediği bu beyitlerine kulak ver ve unutma ki ben senden öğrenmiştim bunu da.
Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
ister kafir, ister mecusi,
ister puta tapan ol yine gel,
bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeliyiz,
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeliyiz biz…
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.

Gök gürültülerine karışan o güçlü sesi kendimizden geçerek dinledik. Her, gel deyişinde onunla söyledik. Aslında karanlık içimizi açmıştı önemli olanda buydu. Kendimizi “Hakka kavuştuğum gün tabutum yürüyünce şu dünyanın dertleri ile dertleniyorum sanma. Bana ağlama yazık ,yazık deme. Cenazemi görünce ayrılık ayrılık diye feryat etme. Bedenimi toprağa verirken elveda ,elveda diye ağlama. Gün batımını gördün ya, gün doğumunu da seyret. Hangi tohum yere atıldı da çıkmadı. insan tohumu için neden yanlış bir zanna düşüyorsun?” deyişlerine çok ama çok yakın algıladık.
Konuşmamız saatlerce sürdü elektrik gelir diye bekledik gelmedi. Soğumaya başlamıştı mutfakta kanımızda sıcak çaylar yetmiyordu ancak yinede coşmuştuk ve yukarda kendimi affedemezdim dediğim halde şimdi kendimden seçtiğim için aslı kendiyle çelişen ben oldum. Ve iyi ki çelişmişim zaten başka bir şeyde olamazdı içimizde bu sevda varken. Ve şiirlerini geç saatlere dek mırıldandık biri başladı diğeri tamamladı bilmediğimiz kaldı iki kelime bile yetti ancak bir ağızdan söyledik.
“Bu dünya zindandır;
Biz de dünyadaki mahpuslarız
Del zindanı kurtar kendini” diyen Mevlana’nın bu dizelerini.
Tanrı, bize yardım etmek dilerse gönlümüze, ağlayıp inleme isteğini verir.
Ne mutlu gözdür o göz ki O’nun için ağlar;
Ne kutlu gönüldür ki O’nun için yanar-kavrulur.
Her ağlamanın sonu gülmektir;
Sonu gören kişi mutlu bir kuldur.
Nerde akarsu varsa orada yeşillik vardır;
Nerde akan gözyaşı varsa oraya Rahmet gelir.
Dizeleri ile. Ve biz aslında tarikatçı değiliz ancak sevdalıyız ve sevdamız kararlılık, soğuk mutfakta aydınlığımız, ısımız oldu.
Sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım bu sabah yine karanlık ve yağmura uyandık yazarken yağmur sürekli yağıyor ve bilgisayarımın pili bitmek üzere. Şehir içinde ne gibi olumsuzluklara neden oldu iki günlük fırtına daha öğrenmedik hala bizde elektrik yok. Ve bugün dediğim cumartesi günü sabahın erken bir saati. Yase
Mevlana’nın Sözleri
-Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.
-Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol.
-Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır.
-Başkalarının bahtiyarlığına imrenme.
-Çok kimseler var ki, senin hayatına gıbta ediyorlar.
-İçteki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.
-Kimde bir güzellik varsa, bilsin ki ödünçtür.




