Asla, Asla Deme

0
138

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yaz, çiz ve sonra sil. İşte sabahtan beri yaptığım. Kendimle bir barışık bir küs  olduğumdan yazılarımda küs oluyor ve onları siliyorum. Sonra yeniden yazıyorum. Çünkü içinizde bir şey varsa illa çıkacak bir yer arar ne kadar ertelerseniz erteleyin o çıkacak bir zaman bulur. Ve sanırım şimdi erteleme zamanı yine… Yazmayacağım dedim ve yazmıyorum işte. Bakalım ne zamana kadar direncim sürecek?

Bu sabah iyi insan olacağım diye kendime söz verdim. İyi insan ne demek? “kendine yenilmeyen insan” demek bence… Adı lazım değil arkadaşlarımdan  birine çok kırılmışım çok ama çok ve ilişkiyi koparmışım. “Asla yeniden olmaz” diye oysa her zaman asla, asla deme derim kendime  ve herkese. Çünkü asla olamaz dediğiniz şey bir bakmışsınız olur. Ve siz başınızdan büyük bir laf etmiş olursunuz ki bende başımdan değil bedenimden büyük laf etmişim. Ve o arkadaşımı eskisi gibi değil ama en azından konuşturma babında bir hareket yapabilirim diye düşündüm bütün gece. Ve bu sabah kendime “bunu neden yapıyorsun?” diye sordum.

Aldığım yanıt net “çünkü benim yapım bu, kimseye bana davrandığı gibi davranamıyorum.” Yalan yok  davranmak istiyorum hatta daha kötüsünü yapmak istiyorum “kötüyüm ben kötü” diye diye. Ama olmuyor, yapamıyorum. İçimde güçlü bir başkası var. “Salak mısın” diyor aranızda bir fark var, sen onu yok mu edeceksin ve sonra eline ne geçecek? Mutlu olacak mısın yaptığından?

Hayır… Peki  o zaman kötü olmanın esprisi ne? İyi olmanın peki esprisi var mı? Onu kendine sor, yok mu acaba? Dudağımı büktüm. Allah biliyor ya barışmak istemiyorum ama kötü olmakta istemiyorum. Herkese davrandığım gibi davranabilirim ona da diye düşünüyorum. Böylece kendimi daha az huzursuz hissedebilirim.

Ancak adım gibi eminim ama ben adımdan aslında emin değilim ki herkes bir başka çağırıyor beni gerçek adım hangisiydi ben bile şaşırdım. O hiçbir zaman benim yaptığımı yapmaz bana. Aklına bile gelmez ve aslında bundan hoşnutta olamayacak. İşte farkımız bu? Ve ben bugün bu farkı korumaya karar verdim. Rahat mıyım  bu karardan ötürü? Evet ama tamamen değil. Beni bu kadar kıran, inciten, ezen bir insan aslında hayatımda olsa ne olur olmasa ne olur?

İşte biz zavallı ölümlüler bazen seçme şansına bile sahip değiliz, bize çizilen çizgiden dışarı çıkamayız, uçsuz bucaksız bir labirentte dolaşır dururuz. Ve şimdi bir başka sokağında dolaşmak zorundayım o labirentimin. Bu yüzden şimdi konuya uygun güzel bir yazıyı paylaşalım sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Yase

& & & & &

Yaş 35

Otuz beşime bastım geçen hafta… İlk yarı bitti: Hayat: 1 Ben: 0!!! Ama belliydi böyle olacağı… Nicedir başlamıştı belirtiler: Yolda çocuklar “Amca su topu atıversene” diye seslendiklerinde kuşkulanmıştım ilkin… Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü. Baktım; lise fotoğraflarım sararmış, sınıf arkadaşlarım yaşlanmış. Eski dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş, seyahat ve aşk yerine… Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine…

Bizim zamanımızda diye başlayan nutuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenlerinde, Hayret daha dün değil miydi benimkisi? Yıllar yılı dudak büktüğüm “ölümden sonra hayat” masallarına kulak kabartmaya başlamışım gizliden gizliye… İple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim. Yaşamın orta sahasına girmişim, irkilmişim… Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kollarımdan; Biri, “daha ne gördün ki” diyor yüzünde papatyalarla, asıl şimdi başlıyor hayat!… Bundan sonrası rahat!” Lakin “Buydu görüp göreceğin” diye efkarlanıyor öteki… İkinci yari geçer hızla, yaşlanırsın zamanla… Yaşı genç olanlar 35’e uzak durduklarını sanarak “Sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun” tesellisindeler. 35’le çoktan tanış olanlarsa “Hayata hoş geldin” pankartlarıyla karşılamadalar…

İlk yarı sadece bir ısınmaymış meğer: asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın… Kavganın… Aşkın… Bense şaşkın… Devre arası bilançolarındayım. Son dönemde kim bilir kaç kez eski anıları yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde?… Kim bilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken?… Ve sustum vicdan sorgularında… Aksi sedamla bile dertleşmedim. Meğer ne yaman serüvenmiş hayat? Bazen yediveren gülleri gibi bereketli… Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun… Yaşıyor, seviyor ve seviliyorsun… Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık, şaşıp kalıyorsun… Oysa herkes bilmezden gelse de- skoru belli oyunun: 30’larda dedeni ve nineni kaybediyorsun, 40’larda anneni ve babanı… Ve 70’lerde kendini… Şimdi devre arası, yolun yarısı… Bugüne dek ancak tanıştık hayatla… Ben ona kendimi tanıttım, O bana kendini… Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı… Zaferlerim onlar benim, olgunluğumun yapıtaşları… Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı… Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım bile aşağı… Dönmesin diye başım… Ben istikballe arkadaşım… Ne var ki her şey yarım… Hayat da yarım, sevdalar da… Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin… İhanetlerin hesabı sorulmadı… Nazım’ın dediği gibi “Kopardım portakalı dalından ama kabuğu soyulmadı, sevdalara doyulmadı…” “Doydum diyen görmedim ki ben zaten…” Lakin gel de zamana anlat bunu… Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin… Baktım ikinci yarı kapıda… Ve hayatın ceza sahası yakın… Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar, sancılar bir çekmecede sevdalar diğerinde… Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler… Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi, Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını… İlk yarı bilançom o benim: Yangında ilk kurtarılacak… Kazada ilk açılacak… Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis koyacaklar halime… “Çok mutlu ölmüş, fazla yüksekten uçmuş zavallı” diyecekler Ya da, “Sebepsiz alçalmış… Bile bile vurmuş kendini dağlara!…” Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek hikayenin… Kalanı benimle gelecek… Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatalarımı… Reyhanlar saklayacak sırlarımı… Skoru bir tek Ege’nin suları bilecek… Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir… HAYAT: 0 BEN: 1

Günün Şiiri

Lunaparkın Abecesi

Bilirim nasıl yazılacağını.

Mektuplar, notlar, sipariş listeleri,

ninemin asla var olmamış çiftliğinde neşeli gezintilerimi

yazarım okul kompozisyonlarında,

oysa ninem Job gibi yoksulun teki.

Ama açıklanamaz şeyler de yazarım:

Mutlu olmak isterim, solgun.

Ve mutlu değilim, acı içinde.

Üzüncümden alır götürür beni, kekeleyen çanlar,

ağlaşanlar arasında insan:

“Hiçbir şey geri getiremez onu bana.” diyor.

Yaşarım bazı şeylerin birbirine seslendiği yeryüzü yuvarında,

haykırdığımızda daha güçlü

çıkar sesimiz denizi çağıran suların sesinden,

öyle bir yer işte, her ırmak gözyaşı damlacıklarıyla yüklü

İnsanlar acıkır burada. Her biri nefret içinde.

İnsanlar mutludur burada, olağanüstü güzelliklerle kuşatılmış.

Düşün, güvenli bir dönme dolabı

bindiğinde başını döndüren –

ışıklar, müzik, kendinden geçmiş sevgililer.

Ne kadar güzel! Bir yanda oğlanlar,

diğer yanda kızlar – bense, çılgın gibi evlenerek

eşimle küçük yatak odamıza yatmaya giderim

tahta döşemeli kocamış bir evde.

Ölümü düşünmemekten başka yol yok,

ölümsüzlüğü istemek için, olağanüstü güzellikler arasında.

Mutluyum ve acılıyım, yarı yarıya.

“Her şeyi al götür tez elden.” dedi annem,

“git bir dolaş, kendinden hoşnut ol, bir sinemaya git.”

Annem davranışlarının Dedeme benzediğini fark etmeyerek:

“İnsanlara katıl – görmeyi istediğin biri varsa,

bulabilirsin onların arasında.” dedi.

Bağışla sözcükleri, ama yaşamak istemiyorum artık.

Lunaparkta olmak istiyorum şarkıcının sesi

tatlı bir ezgiye dönüştüğünde öğleden sonra.

Şöyle de yazabilirim: öğleden sonra. Sözcüksüz,

olduğu gibi.

Adélia PRADO

Esin Perisi

Geceleyin beklerken gelişini onun

Yaşamım pamuk ipliğine bağlı sanki

Gençlik, şan, özgürlük nedir ki

Karşısında o güzeller güzeli konuğun

 

Geliyor kavalıyla, kaldırıp peçesini

Ve takılıp kalıyor gözlerine gözlerim

“Sen miydin” diyorum “Cehennem sayfalarını

Yazdıran Dante’ye?” Yanıtlıyor: “Bendim.”

Anna AHMATOVA

Günün Fıkrası

Adamın açlıktan neredeyse nefesi kokuyormuş, önünden geçtiği bir lokantanın vitrininden içeri bakmaya başlamış. Bir süre sonra içerdeki müşterilerden birinin çok fazla yediği dikkatini çekmiş. Müşteri kalkıp kasaya gittiğinde ise adisyonu uzatan kasiyere doğru eğilip, sakalını sıvazlayıp, fısıltıyla “ajanım ben,ajan” dediğini duymuş. Kasiyer “aman efendim gene bekleriz” deyip müşteriyi bin bir hürmetle yolcu etmiş. Bizim garibanın dikkatini çeken bu olay artarda gelen 3 müşteride de aynen tekrar etmiş. Kasaya giden müşteriler sakalını sıvazlayıp “ajanım ben,ajan” deyip gidiyormuş. Olayı kavrayan gariban lokantaya girmiş ve envai çeşit yemek ısmarlayıp çatlayana kadar yemiş. Kalkıp kasaya gittiğinde ise hesabı uzatan kasiyere doğru eğilip “ajanım ben,ajan” demiş. Kasiyer kafasını kaldırıp adama şöyle bir baktıktan sonra “İyi de beyefendi sizin sakalınız yok ki” demiş. Bizim ki pantolonunun fermuarını indirmiş ve gene fısıltıyla “Ben gizli ajanım” demiş.

Günün Sözü

Önce isimleri sonra yüzleri daha sonra pantolonun fermuarını çekmeyi, en sonunda da fermuarı indirmeyi unutursun…

Leo Rosenburg

Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur.

Antoine Bret

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here