Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız bu sabah? “Tilkinin dönüp dolaşıp geldiği yer kürkçü dükkânı” misali döndüm geldim sevgili memleketime. Peki, ama neden kürkçü dükkânı misalini verdim ki? Ne kadar gerçek payı var burada? Valla bilmiyorum. Ancak bu misali biraz önce arkadaşım kendi için vermişti belki ondan geldi aklıma?
Güzel, aydınlık ve azıcık nemli bir sabah otobüsten indim, bol kokulu ve oldukça sıkıntılı geçen bir yolculuktan sonra, eve gelince valizleri merdiven aralığına bırakıp sokağa daldım yapılacak bir sürü işim vardı (nerden buluyorsam bunca işi?) Çarşıya çıktım daha dükkânlar yeni, yeni açılıyor, Allah’tan arkadaşım açık “hoş geldin karabatak” diye karşıladı beni. “Ne zaman geldin” “Yeni şimdi geldim eve çıkmadım daha.” “Ne işin var sokaklarda o halde bu saatte” demez mi? “Seni özledim” dedim. Tabi azıcığı doğru, yoksa eve çıkıp elimi yüzümü yıkamadan sokağa fırlayacak kadar kimseyi özlemedim daha ömrümde ne yalan söyleyeyim. Derdimi sıraladım isteklerimi de, tam çıkarken diğer bir arkadaş girdi içeri, “vay sen burada mısın, ben seni yoksun sanıyordum?” (Valla saçma sapan konuşmaları toparlasam bir ansiklopedi olur hatta birkaç ansiklopedi!) “yoktum ama şimdi gördüğün gibi karşındayım” dedim. Kucaklaştık falan. “E dedim sen bu saatte burada ne arıyorsun, işinde olman gerekmiyor mu?” “Valla haklısın” dedi “Ama tilkinin dönüp dolaşacağı yer misali dönüp dolaşıp önce buraya gelirim önce” “Yani şimdi ikimiz kürkçü dükkânında buluştuk mu oluyoruz bu durumda?” diye sordum. Düşüncelere dalarak!
Şimdi bende döndüm geldim evime, oysa geldiğim evlerde benim evlerim!!! O zaman üç tane kürkçü dükkânım mı var benim? Hiç böyle düşünmemiştim, bu misali, hiçbir zaman aklıma getirmemiştim. Ama belki gerçek evim dediğim yer memleketim? Güzelim İskenderun, annemin yumuşak göğsü, şefkatli kolları, gülümseyen yüzü gibi algıladığım İskenderun’um? Sevdiklerimi, ailemi, toprağına ektiğim, doğum yerim, benim gerçek kürkçü dükkânım olabilir mi, sıcak yumuşak kürklerinin arasına sokulup kendimi gizlediğim, ısınmaya çalıştığım, ne kadar tuhaf?
Gittiğiniz her yer sizin eviniz olsa da, döndüğünüz yerden daha sıcak algılasanız da hatta daha güzel bulsanız da aslında dönmek için pek nedeninizin kalmadığı hatta mutsuzluğunuzu, acılarınızı, düş kırıklıklarınızı anımsatacak olsa da doğduğunuz yere dönmek bir başka güzel oluyor?
Eh hoş geldim o zaman kürkçü dükkânıma ve sevgili okuyucularım, sağlıkla, sevgiyle kalalım her zaman ayrımsız gayrımsız. Yase
& & & & &
Simit Tatili
Derin bir uykudayken bacaklarımın üşüdüğünü hissediyorum. Soba söneli çok olmuş anlaşılan. O kadar üşümüşüm ki bacaklarım sanki benden değiller. Sonra sımsıcak yorganın içine çekiyorum bacaklarımı, dizlerimi kıvrılıyorum minik bir kedi gibi yorganın içinde.
Gıcırdayarak kapı açılıyor birden, içimden dua ediyorum; İnşallah kapıyı açan annem değildir. Ama dünyanın en karşı koyulmaz sesiyle bir ses geliyor kulağıma “Hadi oğlum uyan, hadi canım benim, hadi kuzum, bak geç kalacaksın.” diye tekrarlanan kelimelerle beraber uyku daha da bir şiddetleniyor gözlerimde. Kendimden geçmek geliyor içimden, bu uyku ne tatlı bir şey böyle. “Anne! Ne olur biraz daha.” diye yalvarıyorum anneme. Ama çaresiz kalkmak zorundayım. Kalkarken sitem dolu homurtuyla, ağlamaklı bir sesle konuşuyorum “Ya! Zaten çok üşüdüydüm, daha ısınamadım bile, hemen kalk dedin yaa!” diye mızmızlanıyorum çocukça.
Yüzümü soğuk suyla yıkarken burnuma çıra kokusu geliyor ve titreye-titreye sobanın başına geliyorum. Soba daha ısınmamış ama o çıkardığı ses bile içimi ısıtıyor. Annem bir bardak çay bir dilim ekmeğe sürülmüş yağ ve birkaç zeytin getiriyor ve saate bakıp“hadi hemen ye de geç kalma, yoksa sıranın en arkasına kalırsın” diyor.
Burası kenar mahallede tek katlı, kireç boyalı, geçim derdi olan yüzlerce evden biriydi sadece ve o saatlerde uyuması gereken birçok minik beden uyandırılıyordu sabah ezanıyla beraber. Burada çocuklar belli bir yaşa geldiğinde simit satmak ya da boyacılık yapmak zorundaydı. Geçim derdi buralarda çok küçük yaşlarda vuruyordu insanları. Minik gözler sabah ezanında simit fırınlarında açılıyordu, satacakları simitleri almak için sıra beklerken uyuklayan çocuklar “simit çıktı” diye bir sesle irkiliyorlardı. Sonra çocukça sıra kavgaları yaşanıyordu. Ne zaman ki simit fırınının sahibi bağırarak“Boşaltın çabuk fırını! Ya da sıraya geçin” dediğinde o sıcak ortamdan dışarıya çıkma korkusuyla ortalığı bir sessizlik kaplıyor ve sıranın dışına itilmiş olan en küçük çocuk, gözleri dolu-dolu, dudakları bükülmüş bir şekilde, iç çekerek sıranın en sonuna doğru ilerliyordu.
Yirmi simit alana bir yemelik simit bedava, otuz simit alana iki yemelik simit bedavaydı. Ve simit tepsisini dolduran çocuklar, her gün sattıkları simitten hiç bıkmadan, ilk olarak, verilen bedava simidi iştahla ısırarak yiyor, yeni-yeni ağaran soğuk ve boş sokaklara doğru yürüyorlardı. Sonra ince sesleriyle bağırıyorlardı “simiiitcii!” diye.
Ben simitlerimi hep erkenden satardım, arkadaşlarda beni kıskanırlardı ve “yarısını kendin yiyorsun” diye dalga geçerlerdi benimle. Bazısı hemen koşup benim yanıma gelirdi, benimle dolaşırdı. Kendisine “yanımdan ayrıl” diye uyardığımda“Oğlum sokaklar senin mi? İstediğim yerde gezerim” derdi. Sonra birisi bana “simitçi” diye seslendiğinde benden önce hemen koşardı ve “buyur abi benim ki daha gevrek daha sıcak” diye reklam yapardı. O koşunca ben utanır koşmazdım, çoğu kez de müşteri koşan arkadaşı tersler ve “ben ötekini çağırdım sen niye koştun” der ve yine simidi benden alırdı. Yine ben onlardan önce bitirirdim simitlerimi. Minik ayaklarımız basmadık kaldırım taşı bırakmazdı sabahın köründe. Saat en geç onda bitirirdim simitlerimi. O saate kadar iki tur yapar ve altmış simit satardım.
Bana da dört tane yemelik simit kalırdı. Birisini kendim yerdim; ikisini eve küçük kardeşime götürürdüm; birini ise, Yonca sokakta, mavi boyalı, yarı yıkık, tek katlı evde oturan, benden ufak bir çocuğa verirdim. Her gün camın önünde benim geçeceğim saati sabırsızlıkla beklerdi, ben gelirken yüzü güler ve ellerini birbirine vururdu. Camın kenarında tahta bir divanda yatardı, bazen ben geçerken o uyuyor olurdu, bende camı hafifçe tıklatırım ve yırtık kahverengi perde kıpırdadığında, simidi camın önüne bırakır geçerdim. Bu çocuğun adı Yusuf’tu ve yürüyemiyordu, bana yanlış iğne vurmuşlar diye her seferinde dile getirirdi. Bende duymazdan gelirdim. Yusuf hem çok konuşuyor hem de camı açık tutup içeriyi soğutuyordu. Annesi birkaç dakika sonra zaten ona bağırıyordu “Yusuf kapat artık pencereyi, içeriyi soğuttun” diye.
Simitlerimi satıp, anaparamı bir cebime, karımı öteki cebime koyduktan sonra doğru evin yolunu tutardım. Ve her gün okul başlasa diye dua ederdim. Şubat tatillerini hiç sevmiyordum hava çok soğuk oluyordu, ben çok üşüyordum ve ben bütün tatilleri sevmiyordum. Okula gitmek tatil, tatil ise yorucu bir yüktü kenar mahallenin minik bedenlerine. İşte bu yüzden canım ne zaman simit çekse gözlerim etrafta minik bir simitçi arar… Bulduğum simitçi çocuğa sorarım “Bu gün kaçta kalktın? Kaç simit sattın?” diye, sonra aldığım simidin değerinden fazla bir bedel öderim minik simitçiye. Çoğu kabul etmek istemez ama sonra tebessümle boyunlarını bükerler ve ceplerine parayı koyarlar.
O minik simitçiler birden gözümde dağ gibi büyüyüp adam oluveriyorlar karşımda. Çünkü ceplerine parayı koyarken “bereket versin abi” diyorlar. Ben de kendimi görüyorum çoğunda. Ve o fazla parayı kendime veriyorum aslında…
Günün Şiiri
Her Şey Sende Gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün
Can YÜCEL
Ay Işığı Son Atı
Alnımda bir ağustos böceği
Yapraktan bedenim
Ağaçtan bademim
Bu zincirinden boşanmış poyrazda
Uçuyoruz dolunaya doğru
Yel yepelek yelken kürek
Can YÜCEL
Sarhoşum
Sarhoşum çok şükür dilediğim gibi
Bir ben yok artık benden içeri
Onunla göz göze, diz dizeyiz
Sarhoşum, sarhoşum, sarhoş
Çok şükür biz bizeyiz
Sarhoşum
Caddenin göbeğine oturmuşum
Aklıma eserse sırt üstü yatabilirim
Nara atabilirim
Kem gözler umurumda değil
Ben kendi gözlerimden kurtulmuşum
Sarhoşum, sarhoşum sarhoş
Doğrudur
Bırakın bağırayım avazım çıktığı kadar
Görüp göreceğim rahmet budur
Bedri Rahmi EYUBOĞLU
Yar Yar
Önde zeytin ağaçları arkasında yar
Sene bin dokuz yüz kırk altı
Mevsim, Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim.
Yar yar…
Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hisim
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
Canimin çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var
Bedri Rahmi EYÜPOĞLU
Günün Fıkrası
Hoca bir gün arkadaşıyla konuşuyormuş, arkadaşı demiş ki; “Ya hocam dün sizin evden bir ses çıktı. Bu neydi?” Hoca ise: “Hiç sadece hanımla biraz tartıştık. Kavuğum merdivenlerden yuvarlandı” demiş.
Arkadaşı: “Yahu hocam hiç kavuktan bu kadar ses çakar mı?” demiş. Hoca: “Ya anlasana içinde bende vardım” demiş.