Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Derviş olmak ne kadar kolay bir şeymiş diye düşünüyorum. Sabah gazetelerinde biraz gezinince, aklılara durgunluk veren olayları, haksızlıkları, vahşetleri ve hiçbir zaman anlayamadığım bir sürü laf kalabalığının anlattığı hiçbir şeyleri okuyunca. İçime bir bıkkınlık geldi aniden…
Aslında hiçbir zaman içinde olmadığımızı bildiğim bu hayatın tamda göbeğindeymiş gibi yaşadığımı sandığım için ve bu yalanı bile bile gerçekmiş gibi algıladığımı hep bilmeme rağmen sanki bugün keşfetmişim gibi sıkılmam da bir garip gelmişti ya bu sabah? Ve bütün bunlar aslında, bu dünyada yaşamaktan vazgeçme eğiliminde olduğumu algılatmıştı, felsefe yapmadan, arkada gözüm olmadan, yalnızca bir derviş olmak istiyorum. Dervişin yolu tek, düşüncesi tek, abası tek, lokması tek… Derviş olup dağlara taşlara yalın ayak kendini vurmak çok daha kolay…
Şimdilik sağlıkla ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım… Bir hikaye okuyalım en iyi… Yase
& & & & &
Marangoz
Yılların marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir özenle çalışırdı.
Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal ederken pek az çivi kullanırdı, “Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır” derdi.
İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, “Ben hakkımdan fazlasını istemem” der, pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.
Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, “Bugünlük bu kadar yeter” deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. “Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim” dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.
İki dükkân ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman “orta açık çay” içtiğini bilen garson, sormaya bile lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi mürtesemdi yüzünde.
Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır. “Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım” dedi marangoz. Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun: “Canın sıkkın” dedi.
“Evet.” “Sebep?” “Bir talebe var… Üniversitede okuyor.” “Ne var bunda?” “Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.” “Niye?” “Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim… Açlıktan başı dönmüş…” “Kimi kimsesi yok mu peki?” “Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine gitmişler.” “Bu niye gitmemiş?” “Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.”
Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları vardı. Âdetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu: “Sen ne yaptın peki?” “Ne yapacağım” dedi Tornacı, “aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.” “Çıktı mı peki?”
Tornacı “Nerde o eski günler!” dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu. Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı: “Götür ver!” dedi, “Söyle ona, memleketine gitsin.”
Tornacı hayretle baktı: “Hepsini mi?” “Hepsini.” “Kurban alacaktın hani?” “Allah kerim!” dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.
Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.
Evde, “Kurbanlık almadın mı Bey?” diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi: “Allah kerim!” Kadın başka soru sormadı. Tanırdı kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı. İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgâhının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi. Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam belirdi: “Merhaba usta!” “Merhaba!” Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi. “Beni tanıyamadın galiba.”
“Evet.” “Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan… Paranın bir kısmını vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı?” “Hatırlar gibi oldum. Gebzeliydin galiba.” “Evet… Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.” Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza: “Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.” Marangoz parayı alıp tezgâhın üstüne koydu. “Buyur bir çay iç” dedi. “Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.” Ustanın elini sıkıp gitti adam. Marangoz parayı saydı. Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı! En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi ve “Allah kerim!” dedi.
Günün Şiiri
Akdeniz Yaraşıyor Sana
Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin çocuk ağladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hala
Senle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenim alkolik asarım
Mutun doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca anladım
Eski Yunan atları var hani
Yeleleri bükümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan izdüşümleriyle
Yürüyor Balan tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru
Kadınım Yaraşıyorsun sen Akdeniz’e
Can YÜCEL
Günün Fıkrası
Kırk Yıllık Sirke
Bir Arkadaşı Nasrettin Hoca‘ya sormuş; “Hocam sizde kırk yıllık sirke varmış…” Nasrettin Hoca da: “Var” demiş… Arkadaşı: “Biraz versene ilaç yapacağım” demiş… Nasrettin Hoca: “Her isteyene verseydim o sirke kırk yıl durur muydu sence?” demiş…
Günün Sözü
Yalanın dostu, gerçeğin düşmanı çoktur.
D.GIRARDIN