Korkma!

0
51

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Bir daha İstiklal Marşı yazmayız dilerim sonsuza dek” diyerek başlamak istiyorum. Yarın 12 Mart, İstiklal Marşımızın TBMM’de kabul edilmesinin yıldönümü… Hepiniz İstiklal Marşının ve Mehmet Akif Ersoy’un hikâyesini biliyorsunuzdur ama yine bir hatırlayalım dilerseniz…

Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, İstiklâl Harbi’nin milli bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla Maarif Vekâleti, 1921’de bir güfte yarışması düzenlemiş, söz konusu yarışmaya toplam 724 şiir katılmıştır. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Burdur milletvekili Mehmet Âkif Ersoy, Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin ısrarı üzerine, Ankara’daki Taceddin Dergâhı’nda yazdığı ve İstiklal Harbi’ni verecek olan Türk Ordusu’na hitap ettiği şiirini yarışmaya koymuştur. Yapılan elemeler sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda, bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Âkif’in yazdığı İstiklal Marşı coşkulu alkışlarla kabul edilmiştir. Mecliste İstiklâl Marşı’nı okuyan ilk kişi dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver olmuştur.

Mehmet Âkif Ersoy İstiklâl Marşı’nı, şiirlerini topladığı Safahat’ına dâhil etmemiş ve İstiklâl Marşı’nın Türk Milleti’nin eseri olduğunu beyan etmiştir.

Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katılmış, 1924 yılında Ankara’da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etmiştir. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930’da değiştirilerek, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922’de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuş, toplamda dokuz dörtlük ve bir beşlikten oluşan marşın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır. Üngör’ün yakın dostu Cemal Reşit Rey’le yapılmış olan bir röportajda da kendisinin belirttiğine göre aslında başka bir güfte üzerine yapılmıştır ve İstiklal Marşı olması düşünülerek bestelenmemiştir. Protokol gereği, sadece ilk iki dörtlük beste eşliğinde İstiklâl Marşı olarak söylenmektedir.

Burdur  milletvekili olan  Mehmet Akif Ersoy TBMM’nde kabul  edilen ölümsüz eseri için maddi karşılık istememiş hatta sırf bu yüzden yarışmaya girmemiş. Ancak ısrar sonrası TBMM’de marş okununca kabul edildiğinde karşılık olarak verilen paranın tek kuruşuna el uzatmadan yoksul kadın ve çocukların meslek öğrenebilecekleri bir kuruma bağışlamış. Eh  böyle yüce gönüllü vatanperverlerden  böyle mısralar dökülür kaleme…

Bu mısralar aslında savaştan, yıkık dökük, dağılmak üzere olan bir milletin, her tarafı parçalanmış darmadağınık  edilmiş bir vatanın yeniden, dirilmesi  yeniden  şahlanışın anlatıldığı bir destan, bir öykü. Gözlerde yaş olmadan ve her ne durumda olursa olsun ayakta olarak okuruz  istiklalimizin  yani özgürlüğümüzün marşını. Bu destanı öğrendikten sonra  ta çocukluğumuzdan beri toprağı dinlemeyi üzerine nasıl basmayı belledik. Ecdadımızın kanı ile sulanan bu toraklarda hürriyetin sembolü ay yıldızlı  bayrağımız  altında hür yaşamanın hakkımız olduğunu da. Atalarımız gibi biz de gerekirse hürriyetimiz için kanımızı akıtmaktan asla çekinmeyiz. Dilerim bir daha böyle bir marş yazmak zorunda kalmayız.

& & & & &

Şiirlerin en güzeli, marşların en büyüğü olan İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif Ersoy’un hayatından bir buket…

Mehmet Akif Ersoy’un Hayatı

“İstiklal Marşı” şairimiz Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılında İstanbul’da doğdu, 27 Aralık 1936 yılında aynı şehirde hayatını kaybetti. Babası, Fatih Camii medrese hocalarından Arnavut İpek’li Tahir Efendi’dir. Ortaöğrenimini Fatih Merkez Rüşdiyesi’nde ve Mekteb-i Mülkiye İdadisi’nde gördü, bir yandan da Fatih Camisi’ndeki derslere giderek Arapça ve Farsça öğrendi. Ortaöğrenimini bitirdiği yıl, yeni açılan Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’ne girdi, dört yıl süren öğrenimi sonunda baytarlık (veterinerlik) bölümünü birincilikle bitirdi (1893). Ziraat Bakanlığı’na memur olarak girdi, dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da görev yaptı. Bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde kitabet dersleri (1906) verdi. 1908’den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte “Sırat-ı Müstakim” (1908) ve daha sonra “Sebil’ür-Reşad” (1912) dergilerini çıkardı; bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği’nde çalışırken Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine atandı (1908).Balkan Savaşı’ndan sonra Umur-i Baytariye şubesindeki görevinden (1913), ardından Darülfünun’daki (1914) görevinden ayrıldı. Meşrutiyet’in ilk döneminde, Ziya Gökalp’in öncülüğüyle başlayan “Türkçülük” akımına karşı, Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’un (1849-1905) etkisiyle, “İslâm birliği” görüşünü benimsedi. “Sırat-ı Müstakim” ve “Sebil’ür-Reşad”da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde verdiği vaazlarla (1912) ismini duyurdu.

Birinci Dünya Savaşı içinde İtilaf Devletleri’ne karşı Ortadoğu’da bir İslâm Birliği kurma siyaseti güden Almanya’nın çağrısı üzerine, Harbiye Nezareti’ne bağlı “Teşkilat-ı Mahsusa” tarafından Berlin’e gönderildi (1914), burada Almanlar’ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kamplarda incelemelerde bulundu. Dönüşünde yine birkaç ay kadar Arabistan’a yollandı, savaş yılları içinde “Bâb ül Meşihat”e bağlı olarak kurulan “Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye” başkatipliğine atandı (1918). Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’den yana davranış ve yazılarından dolayı, Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye’deki görevinden atıldı (1920). Anadolu’ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Milletvekili olarak görev yaptı (1920-1923). Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya’ya gönderildi. Oradan Kastamonu’ya geçti, Nasrullah Camisi’nde Sevr Antlaşması’nın iç yüzünü, Kurtuluş Savaşı’nın niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi, bu vaaz Diyarbakır’da basılarak (1921) bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Hayatının bu döneminde “İstiklâl Marşı”nı yazdı (1921). Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a döndü fakat bazı konularda Ankara hükümeti ile ters düştüğü için Türkiye’den ayrıldı. Mısır’a gitti, Hilvan’a yerleşti, Kahire’deki “Câmi-ül Mısriyye” adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliğine bulundu (1925-1936). Bu gönüllü sürgün döneminde siroz hastalığına tutuldu; tedavi için döndüğü İstanbul’da öldü.

& & & & &

Ve sevgili okuyucularım. Dervişe sormuşlar; “Hayat nedir?” Demiş ki derviş; “Hayat gelip geçen bir gölgedir. Hayat bilmecedir. Attığın her adım, bir hece… Çözene gündüz çözmeyene gece…” “Peki sevgi nedir?”

Derviş; “Gönül sevdiğini bulmuş ise  başkasını anar mı hiç… Sen ve ben gafletini aşıp biz olanların rızkıdır aşk” Tekrar sorarlar; “Bu şiirleri nasıl yazıyorsun böyle?” Derviş demiş; “Aklımda sevdiğim olunca kelimeler gökten düşüyor yüreğime.”

Ve sevgili okuyucularım sağlıkla sevgiyle hep birlikte kalalım ayrımsız gayrımsız. Yase

Günün Şiiri

İstiklal Marşı

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır  rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Mehmet Akif ERSOY

Günün Sözü

İsterseniz yanlış düşünün, ama her durumda kendi kafanızla düşünün.
Doris Lessing

Gül sunan bir elde daima bir miktar gül kokusu kalır.
Çin Atasözü

Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur.
Mustafa Kemal ATATÜRK

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here