Cumhuriyetimiz 99 Yaşında!

0
13

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bu hafta sonu Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin 99. yılını kutlayacağız. Hep birlikte heyecanlı, gururlu, sevinçli ve duygu yüklüyüz, sahip olduğumuz değerlerin her an çok daha ayrımında olarak.

99 yıl önce bugün, Atatürk; düşmanın ülkeden atılıp sınırlarımızın belirlenmesinden sonra, çoktan beri tasarladığı Cumhuriyetin ilanı üzerinde hazırlıklar yapmaya başladı. 28 Ekim 1923 akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya’da yemeğe çağırdı. Onlara, “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” dedi. Ve 29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan Cumhuriyet önergesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verildi. Meclis önergeyi kabul etti. Böylece ülkemizde cumhuriyet yönetimi kuruldu. Atatürk kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı oldu. Cumhuriyet’in ilanı yurtta sevinç ve coşku ile karşılandı. Ve o günden beri de Türkiye Cumhuriyeti daha büyüyerek, şan ve şerefe bu günlere geldi. Gururluyuz, heyecanlıyız ve  son nefesimize dek onun koruyucularız.

Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte cumhuriyet yönetimi hür irade ve rahat bir vicdanla  el ele  kalım her türlü  ayrım ve gayrıma inat. Bize bu güzel yönetimi armağan eden başta Atatürk olmak üzere bütün emeği geçenlere sonsuz teşekkürler nur içinde yatsınlar. Ve Atatürk’ün son günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz  “Yurtta sulh cihanda sulh” dileği ile yazımı noktalıyorum. Yase

& & & & &

Küçük Yabancı (Dünden Devam)

Hemen uyudu. Gözünü kapatır kapatmaz kendini evin dışında, parlak, mavi gökyüzünün altında sırt üstü yatarken gördü. Tam içi geçecekken aniden gökyüzü ikiye bölündü ve içinden mavi mermerden bir mezar çıktı. Küçük kız -daha mezar görmemişti ömründe ne olduğunu bilmiyordu ancak çok büyük olduğunda gördüğünü İsimlendirebilecekti- Gördüğü şey her zaman gördüğü rüyalara hiç benzemiyordu. Gözleri fal taşı gibi açık öylece baka kaldı. Leonardo da Vinci’nin tablolarındaki gibi köpük köpük beyaz melekler gökyüzünde sanki bir şeylere hazırlık yapıyorlarmış gibi telaşla gidip geliyorlardı. Gökyüzü çiçekler, çelenkler, inciler, mercanlarla o kadar parlak, o kadar netti ki kız gözlerini kısmak zorunda kaldı. Gökyüzündeki olağan üstü hareketlilik onu yoruyordu. Derinden öte bir uykunun kucağında inliyordu. Aniden keskin bir çığlık sesi ile ışıl ışıl olan gökyüzü bir anda karanlığa gömüldü! Geceyi yaran çığlığı diğerleri izledi.

Çığlıklar çığlıklara karışırken uykudan kopar gibi uyandı, yastığı gözyaşlarından sırılsıklam olmuştu. -Demek ağlamıştı?- Nerede olduğunu bir an anlayamadı, yanında uyuyan kardeşine baktı, her taraf karanlıktı. Ama evde acayip bir koşturma vardı, birileri ağlıyordu. Komşu kadınlardan birinin sesi geliyordu. Eşyalar çekiştiriliyor, birilerinden bir şeyler isteniyorlardı. Annesinin hıçkırarak ağladığını duydu. Çok sıkışmıştı tuvalete gitmesi gerekiyordu. Yavaşça yerinden kalktı, dışarı çıktı. Tuvalete kadar zorla gitti, neyse ki kimseye görünmedi ama konuşulanları duydu; “Çocuklara babalarının öldüğünü nasıl söyleyeceğiz?” Sesi tanımıyordu, yabancıydı, demek evde yabancılarda vardı. Koşarak yatağına döndü, bacaklarını içine çekip tostoparlak oldu. Yorganı başına dek çekti, zangır, zangır titriyordu, ölüm neydi ki? Kulağına çarpan konuşmalardan babasının gece fenalaşmış olduğunu anladı. Doktor çağırmışlar ama kalbi daha çok dayanamamış, sabaha doğru vefat etmiş. Kardeşine baktı bir şeyden habersiz sere serpe uyuyordu.

Daha sonra yoğun bir koşturma başladı, evde, sokakta hatta ilçede. Babası zamanın büyük adamlarından biriydi. Evleri dolup taşıyordu. Birileri evin yandığını görmüş rüyasında onu anlatıyor, bir diğeri bir başka şeyi her kafadan bir ses, bir nefes, bir bakış geliyor. Küçük kız kendini bu hengamede tümden kaybetmiş, söylenenleri anlamıyordu. Yalnızca onu çağıran flütün sesine odaklanmıştı. Bir an kaçabilse geri dönmemek üzere o sesin peşinden gidecekti. Ama yapmadı maddi bir ağrı algılıyordu yüreğinin ta içinde. Sanki bir tarafı yok olmuştu. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu usul usul hiç acele etmeden…

Uzun zaman evleri boşalmadı, hayat sonunda normale döndü. O yıl okula başladığında her zamankinden daha çok yabancıydı kendine, gerçek ama hiçbir zaman onun olmayan adını ilk kez orada duydu? Evde seslendikleri bir adı vardı bu da nereden çıktı? Alışmakta zorlandı, okulda onu her çağırmalarında yabancı birisini çağırıyorlarmış gibi algılıyordu ve yabancı gibi yanıt veriyordu. Okul kolaydı onun için ama kolay olmayan iki şey vardı, bir, okul adı ile çağrıldığında yanıt vermek zorunda olması, ikincisi de yanıt vermek istemediği zaman yanıt vermeye zorlanmasıydı. O elini yüzüne dayayıp dalıp gitmekten çok hoşlanıyordu. İri gözlerini bir noktaya dikiyor bazen gülümseyerek, bazen suratını asarak, bazen de acı çeker gibi yüzünü ekşiterek öylece duruyordu. Ne düşünüyordu kendi de bilmiyordu.

İşte tam bu şekilde iken birisi ona seslenince üstelik o yabancı isimle baya tedirgin oluyordu. Ama yanıt veriyordu. Bir kulağı her zaman bulunduğu ortamda kalıyordu… Öğretmen onu gözlemliyordu, ortamda olmadığını kendine kanıtlamak için olmayacak bir soru soruyordu ama o sanki bütün öğrencilerden daha iyi dinlemiş gibi yanıt veriyordu. Genç öğretmen şaşırıyor, anlam veremiyordu bu duruma ama madem çalışkandı, düzgün konuşuyordu, terbiyeliydi varsın sınıfta bazen başka âlemlere yolculuk yapsındı, bu onu ilgilendirmezdi ama yine de onu ilgilendiriyordu. Kızın kafasının içine girmek istiyordu bazen, orada neler var, neler düşünür bu tatlı gizemli kız bilmek istiyordu; ama aslında kız bir şey düşünmüyordu, yalnızca başka âlemde yaşıyordu, boyutları olmayan.

Okula yalnız gidip geliyordu ama o kaval sesini duyunca hemen yönünü değiştirip sesin peşinden gidiyordu. Ne okul, ne ev ne de merak edecek annesi aklına bile gelmiyordu. Ara sokaklara dalıyor, tek katlı ahşap panjurlu, boyaları dökülmüş, solmuş, eski püskü evlerin arasından geçiyordu. Bir gün aradığını bulmuş gibi kömürlükten bozma tahta bir kulübe gördü, hiç bilmediği, şimdiye dek girmediği bir sokakta. Kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Tahta kapıyı yavaşça araladı, içeri başını uzattı. Gözü karanlığa alışınca köşedeki yatakta çuvala benzer bir paçavrayla örtülmüş yaşlı bir kadının yattığını gördü. Her taraf kir pas içindeydi. Ve iğrenç kokuyordu. Yavaşça yaklaştı, kadının yüzüne baktı, nur gibi parlıyordu yaralardan delik deşik olmasına rağmen, yaralardan cerahat akıyordu ama o sanki gül bahçesindeymiş gibi rahatça uyuyordu. Küçük kızın kalbi daha çok atıyordu, kadını hem tanıyordu hem tanımıyordu. Aslında tanımasına olanak yoktu onu hiç görmemişti, zaten kadın en az onun yaşının beş katı kadar bir zamandır burada yatıyordu. Sanki flütçünün getirmek istediği noktaya gelmiş gibi hissediyordu kendini. Kadının yüzüne dokundu, cerahatli yaralarına. Kadın birden uyandı.  “dokunma” diye bağırdı. “Bulaşıcı, sana da bulaşmasın” kız irkildi geriye çekildi. Yaşlı, nur yüzlü kadın, zorla inleyerek yatağında doğrulmaya çalıştı. Beyaz yazması, simsiyah olmuş, yer yer yırtılmıştı. Elleri yara bere içindeydi, bazı yaraları kirli bezlerle sarılmıştı. Küçük kız “sana kimse bakmıyor mu?” dedi. “Gelinim var” dedi kadın acıdan kısılmış bir sesle. “Bazen o gelir ama kapıdan içeri girmez, kapının üzerindeki küçük pencereden seslenir, yiyecek bir şeyler verip gider.” “Ama seni neden burada yalnız bırakmışlar ki?” “Ah küçük çocuk, sen ne bileceksin ki ben senin yaşındayken aldım mikrobu içime, aradan yıllar geçti, birde baktım ki yara bere içindeyim? Önce kimse anlamadı bende bilemedim. Ufak ufak yaralar açıldı ayaklarımda, ellerimde. Bu bulaşıcı, dediler. Bulaşıcı ne bilmiyorum ama bulaşırmış tedavisi yokmuş. Bu yüzden önce evin kömürlüğüne koydular beni çocuklara bulaşmasın diye, sonrada buraya taşıdılar hastalık artınca.”

Severek Okuyabileceğiniz İngilizce Hikayeler ve Türkçeleri | Interingilizce

Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu, yanaklarına çöreklenmiş cerahatli yaralara. Kız şefkatle gözyaşlarını sildi kadının “üzülme” dedi “ben sana bakarım.” “hayır, sakın gelme, sende hasta olursun” dedi kadın. Kız sanki birisi söyletiyormuş gibi “eğer korkarsam hasta olurum ama ben senden ve hastalığından korkmuyorum” dedi. Ve hemen geldiği gibi kapıyı kapatarak aynı yoldan okula döndü. Ama çok susamıştı evvel zaman içindeki su boruları evin dışındaydı. Ve içlerinden geçen su buz gibi olduğu için o borular hep buğulu oldurdu. Kız ağzını su borusuna dayanıp o serin buğuyu yalayarak susuzluğunu gidermeye çalıştı ancak sonra sınıfına giderek sırasına oturdu.

Büyüdüğü zaman hastalığın ne olduğunu öğrendiğinde şimdikinden çok daha fazla üzülecekti o kadın için.  O gün iki arada bir derede değildi yalnızca o kulübe de yaşlı kadının yanındaydı. Dersi dinlemedi, söylenenleri anlamadı, hatta sorulara yanıt bile vermedi. Eve gidince elini yüzünü yıkayıp önlüğünü dışarıda bıraktı, bir şey bulaşmışsa dışarıda kalsın, kardeşine falan bulaşmasın diye. Kendini evin en tenha köşesine attı, dertop olarak derin bir uykuya daldı. Uykusunda defalarca sıçradı, bağırdı, çağırdı. Akşam yemeği için onu arayan annesi onu uyurken konuşur vaziyette buldu. Hemen uyandırdı, elini yüzünü yıkadı. Ateşine baktı, kız ateşten yanıyordu, hemen bir ateş düşürücü verdi. Sonra “hadi bir şeyler yemeden uyuma” dedi. Canı bir şey istemiyordu ama annesini üzmemek için birkaç kaşık yoğurdun içine azıcık yufka ekmek doğrayıp çabucak yedi. Sonra kardeşi ile paylaştığı yatağa uzandı, her zaman uyumadan önce ahşap tavana bakar kendilerince masallar uydururlardı ama şimdi yalnızca sırtını döndü, bacaklarını içine çekti ve yine karabasanların içine yuvarlandı.

Sabah kimseler uyanmadan erkenden kalktı, başı sıcaktı, çok susamıştı, ağzını musluğa dayadı, kana kana su içti. Sonra mutfaktan bir şişe bulup su doldurdu. Akşam annesin ona verdiği ateş düşürücü şurubu ve annesinin beyaz yazmanlarından birini bir torbaya koydu. Mutfaktan bir ekmekle ne varsa yiyecek adına zeytin peynir birazda bal onları da toparladı bir çıkın yaptı, hiç kaval sesi falan duymadan koşarak ilk kez gittiği o sokağa ikinci kez gitti, kulübeyi hemen buldu. İçeri girdi. Kadın uyanıktı inliyordu. Küçük kız ilk önce kadının yazmasını çıkardı başından, saçları darmadağınık yer yer dökülmüştü, elleri ile onları düzeltip örtüyü başına attı, bağlamayı bilmiyordu. Sonrada bardağa su döküp kadına uzattı. Kadın suyu kana kana içti. Kıza sevgiyle, minnetle baktı  “kızım buraya gelmemelisin” dedi “birisi seni görürse ikimiz içinde iyi olmaz” dedi. Ama kız dinlemedi, yufka ekmeğe biraz peynir koyup sardı kadına uzattı. Sonra yiyecekleri yatağın yanına bıraktı. “Şimdi ağrıların için bu şuruptan içmelisin” diyerek annesinin ona yaptığı gibi şurubu kaşığa döküp kadının ağzına dayadı. Kadın yarısını bile içemedi şurubun çoğu nerdeyse silinmiş çenesine döküldü. Kız kadını incitmeden elindeki mendili yavaşça bataklığa dönen çenesine bastırdı, mendil oraya yapıştı sonrada telaşla “Ben yine geleceğim” diyerek koşa koşa eve döndü.

Kimse uyanmamıştı daha, elini yüzünü yıkadı. Yatağına girdi sessizce. Yüzünü duvara dayayıp içten içe ağlamaya başladı. O kolay kolay ağlamazdı ama şimdi için için ağlıyordu. Annesi sabahleyin onu uyandırdığında yüzü gözü şişmişti. Annesi saçlarını güzelce taradı atkuyruğu şeklinde bağladı. “Hadi önlüğünü giyip okula” dedi. “Ama önce kahvaltı etmeyi unutma”. Sonra “Sakın geç kalma, seni aramak zorunda kalmayalım tamam mı?” diye uyardı. Çocuk “tamam” deyip okula gitti. Şanslı çocuklardandı o zamanlar için. Onun yaşadığı evvel zaman içinde okula giden çocuklar çok azdı. Kimse çocuğunu okula yollamıyordu Ama onlar, ablası ve abisi okula gidebiliyorlardı.

Küçük kız bunu da biliyordu ve bu şansını kaybetmek istemiyordu. Bu yüzden çok hızlı davranmak zorundaydı. Yaşlı hasta kadını görmeye gidecekti. Ama nedense yine garip bir önse sezi vardı içinde! Koşarak ara sokağa saptı. Kulübenin önüne geldiğinde “zınk” diye durdu. Çünkü derme çatma kulübenin kapısına siyah bir bant yapıştırılmıştı, kapıyı zorlayamadı bile. Onu gören mahalle bekçisi “sakın dokunma o kapıya” diye bağırdı. Sonra kızın yanına gelip “orada yaşlı bir hasta vardı küçük kız” dedi “onun çok bulaşıcı bir hastalığı vardı ona hiç dokunmadın değil mi?” Kız acele, acele başını “hayır” anlamında salladı. Yaşlı kadın ne demişti “sakın seni burada görmesinler yoksa senide alırlar!” Üzerinden soğuk soğuk terler boşalıyordu “onu götürdüler sakın buralar da dolaşma hadi bakalım okuluna”

Koşarak okula döndü. Ama derse veremedi kendini, üşüyordu, sırtından buz gibi terler dökülüyordu. Kadını nereye götürmüşlerdi, bekçi “karantina” diye bir şeyden söz etmişti. Neydi karantina? O güzel gözlü hayvanın adı ile çağrılan kız bu sorunun yanıtını bilmiyordu ama o günden sonra flüt sesi duymadı. Kendini okuluna ve derslerine verdi. Doktor olacaktı kararını vermişti. Yase

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here