Masallar hep böyle başlar değil mi? Ama biz bir masalda değiliz ki? Neden bir varmış bir yokmuş olduk ki?
Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bugün 6 Şubat! Yaşadığımız büyük ama çok büyük olan felaketin 2. yıldönümü! Tam iki geçti üzerinden! Ama hala hepimiz yaralıyız, hepimizin kayıpları var. Kimimiz hala şoktayız ve hepimizin derdi ortak olduğu için tek yürek, tek beden gibiyiz. Kayıplarımız çok anlatılamayacak kadar çok. Ancak yinede çok şükür sağ ve ayaktayız. İyi miyiz bilmiyoruz ama sağlıklıyız, sarsak bir sağlık olsa da hepimiz aynı durumdayız, 6 Şubat’ta bizi vuran deprem felaketinin ardından. Aslında deprem değil de bir kıyametti adeta başımıza gelenler. Bir anda “bir varmış bir yokmuş” oldu her şey.
Bir dakika önce, sıcak yataklarımızda uyurken, bir dakika sonra bazımız enkaz yığını altında, bazımız yağmur altında yalınayak titriyor, bazımız çılgın gibi sağa sola savrularak yakınlarımızı, sevdiklerimizi arıyorduk. Hepimiz şoktayız, korkudan donmuş, başımıza neler geldiğinin ayrımında bile değildik. Zaman ilerleyince, gün doğunca, yağmur ve kara bulutların ardında, anladık ki aslında hepimiz yıkılmışız! Âdete yok olmuşuz, yalınayak yürüyen zombilere dönüşmüşüz! Ateş düştüğü yeri yakar derler ya ateş herkesin yüreğine düştü bu kez. Yetmedi evlere, çadırlara, çocuğa, kardeşe, akraba, can arkadaşa, kim var kim yoksa herkese!
İki yıl geçti üzerinden ve hala yanıyoruz. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kayıplarımızla yaşamaya çalışacağız sadece. Hepimizin ayrı bir hikâyesi oluştu, hepside korku hikâyeleri, akla gelmeyecek korkular, yüz yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek korkular, yine aklımıza gelmeyecek, kendimizde olduğunu bilmediğimiz cesaret, sabır ve olağan üstü deneyimler içeren! Zaman gerçekten kurşun yarası gibi ilerledi. Acıta acıta, kanata kanata!
& & & & &
6 Şubat’ın yaşattıkları, hissettirdiklerine girersek oradan çıkmamız mümkün olmaz… Biz en iyisi yaşadıklarımızı, gördüklerimizi, duyduklarımızı kalbimizin bir köşesinde bırakıp birkaç hikaye okuyalım, bu duygu durumundan biraz da olsa sıyrılalım… Sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım… Yase
& & & & &
Lokman Hekim Efsanesi;
Taş ve Yılan Hikayesi
Lokman Hekim doktor ve eczacıymış. Dükkânında her türlü hastalığın devası olan ilaçlar varmış. Hastalar içeri girdiklerinde, hastalıklarına iyi gelecek olan ilaç şişesi sallanırmış. Bir gün içeri birisi girmiş. Ancak hiçbir şişe sallanmamış. Lokman Hekim bunun üzerine: “Senin hastalığının çaresi yok, öleceksin.” demiş.
Adam ölümden kurtuluşun olmadığını öğrenince çok üzülmüş. Her şeyini satmış. Yanına bir at, tüfek ve av köpeği alarak dağlara çıkmış. Vurduğu hayvanları yiyip, yörüklerden yoğurt, süt alarak yaşıyormuş. Bu arada hastalığı da iyice artmış. Bir ağacın altına gelmiş. Atını bağlayıp yere oturmuş. O sırada bir yörük kadını, bir tas sütü yere koymuş. Yılan ların sütü sevdikleri bilinir. Tasa yaklaşan bir yılan sütü içmiş, sonra da zehrini süte kusmuş. Tas yemyeşil olmuş.
Ağrıları iyice artan adam: “Gidip şu zehri içeyim de ölüp kurtulayım” diyerek zehirli sütü içmiş. Bir süre sonra ishal olmuş ve kusmaya başlamış. Ancak oldukça hafiflediğini hissediyormuş. Ölmek için içtiği zehirden sonra daha iyi olduğunu görmüş. Gün geçtikçe iyileşmiş ve hastalığı tamamen geçmiş. Lokman Hekim’e gidip: “Sen bana öleceğimi söylemiştin. Ama ölmedim.” demiş. Bunun üzerine Lokman: “Ben sana ala ineğin sütünü nereden bulayım, sütü yılana içirip, nasıl tasa kusturayım. Hastalığının çaresi vardı ama bu ilacı temin etmek zor olduğu için öyle dedim.” diye cevap vermiş.
O gün bu gündür tas ve yılanın eczacılık ve tıp biliminin simgesi olması, halk tarafından Lokman Hekim’e dayandırılır.
& & & & &
Mezarlıktaki Ateş
Bir gün Emîr-ül mü’minîn Hz.Ömer (r.a) dervişlere bahşîş verdi, mal ihsân etdi. Bir kişi bir oğlan çocuğu ile geldi. Ömer (r.a) buyurdu; -Sübhânallah! Bu çocuğun sana benzediği kadar, birbirine benzeyen kimse görmedim. Muhakkak ki bu oğlan sana benzer.
O kişi dedi ki: -Yâ emîr-el mü’minîn! Bu oğlanın acâib ahvâlinden sana haber vereyim. Ben sefere gitmek murâd etdim. Bunun anası hâmile idi.
Bana dedi, -Beni bu hâlde koyup, gider misin.
Ben dedim ki, -Karnında olan nesneyi Allahü teâlâ hazretlerine emânet ettim.
Sonra seferden geri geldim. Annesi ölmüş. Bir gece söyleşirken, karşımızda mezârlıkdan bir ateş gördüm. Süâl etdim ki, -Bu ateş nedir?
Dediler, -Bu ateş senin hanımının kabrindendir. Biz bunu her gece böyle görürüz.
Dedim, -Sübhânallah! O hâtun nemâz kılıcı ve oruc tutucu idi. Bu ateş ne hâldir, diyerek vardım. Kabri açıp, gördüm, bir çırâğ yanar. Bu oğlan onun ışığında oynar. Bir ses işitdim ki, bana, -Bunu bize ısmarladın, geri biz sana verdik, diyordu.
Ben dedim, -Nne olaydı, anası da diri olaydı.
Hâtıfdaki ses dedi ki, -Eğer anasını da bize ısmarlamış olaydın, bu şekilde onu da geri verirdik.
Günün Şiiri
Bayrak
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
Arif Nihat Asya
Gidersen Yıkılır Bu Kent
Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken
Gidersen kim sular fesleğenleri
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca
Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
Sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Bir de seni ekliyorum susuşlarıma
Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz doslar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam
Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar
Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık
Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine
Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde
Ahmet Telli
Günün Sözü
Hayat geç kalanları hiç affetmez.
Gorbachov